19 Eylül 2018 Çarşamba

Bekle...

Beklemek...
8 harf 3 hece 1 kelime...
Beklemek... Sonunu bilmeden önünü görmeden öylesine öylece...

Ben beklemeyi sadece bir eylem sanırdım. Ama beklemek bir devrimmiş. İçine çaresizliği, umudun kemirilişini hapseden bir devrim.

Kaç kişiyi yuttu bu devrim, kaç kişi gitti peşinden, kaç yalnızlığı yoldaş etti kendine?

8 harf 3 hece 1 kelime ama hepsi koskoca bir devrim.



2 Eylül 2018 Pazar

Fısıltılar Çoğalınca 4


Karanlık bir gecede gökyüzünde tek bir yıldız yoktu. Bulutlar yıldızları gölgelemiş birazdan gözyaşlarını dökmeye hazırdı. İnce dar bir sokakta cesur adımlarla yürüyordu. Sokağın en başında uzun bir selvi ağacı vardı. Ona baktı bir süre. Selvi ağacı kokar mıydı, diye geçirdi aklından. Derin bir nefes aldı. İlk kez yürümüyordu bu yolu ama belki de son yürüyüşüydü. Birinci adım ikinci adım büyük bir kapı… Evet, yıllar önce terk ettiği o evdeydi. Kapıyı çaldı… Biraz bekledi belki birazdan fazla bekledi. Kapı usulca aralandı. Gözlerini kapatmıştı, bir an sadece kısacık bir an tedirgin hissetti, hatta elleri titredi ama sonra susturdu kalbini ve tüm cesaretini geri topladı. Tanıdı evin bekçisi onu. Sessizce içeri girdi. Bekçiyi takip etti. Eski bir konaktı bu. Fakat oldukça bakımlıydı. Tüm haşmetiyle ben buradayım diyordu. İçeri girdi genç adam. Salonda oturan kadına baktı. Sırtı dönüktü kadının. Bir an yine tereddüt etti hatta ayakları geriye doğru gitti. Tam o anda kadın gözlerinin içine baktı genç adamın. Adam elini beline götürdü. Silahını tereddüt etmeden çıkardı. Aklına bir anda yine o soru geldi “Selvi ağaçları kokar mıydı?”
Kadının gözleri kocaman açıldı. Şaşırmamıştı ama korkmuştu. Gözleri korktuğunu söylüyordu. Genç adam kadına sordu “Anne ölüm kokar mı?”
Kadının sesi titriyordu “Neden bana doğru tutuyorsun o silahı?” diye sordu.
Deniz cevap verdi “ Sorumun cevabı bu değil, anne ölüm kokar mı?” Bekçi arkasında duruyordu. Usulca dokundu omzuna “Deniz oğlum…” diye fısıldadı. Umurunda bile olmadı genç adamın. Tuttu elinden bekçinin ve savurdu onu bir köşeye. Yaşlıca bir adamdı bekçi, çöktü olduğu köşeye anladı genç kararlıydı. “Deniz oğlum, bu gelişin bir anlamı var biliyorum ama bir hatan tüm anlamları yitirecek yapma.” dedi bekçi. “Beni anlayamazsın, anlasaydın yalnızlığın en ücra köşesinde üzerime prangalar atılırken sesini çıkarırdın. Küçüktüm, korkuyordum, ellerim titriyordu, üşüyordum. Dayak yemek acıtmıyordu o kadar alışmıştım ama yalnızlıktan korkuyordum çünkü kafamın içindeki sesler durmuyordu. Anne dediğim bu kadın bu konakta keyfini sürerken ben acılar içinde yaşadım. Bu eve girdiği gün pis kokmaya başladı evim. Artık benim evim olmadı o günden sonra burası. Sen ne yaptın be bekçi? Çok severdin hanımını, ölünce sevgini de toprağa gömdün. Annem beni sana emanet etti, sen ise beni şu karşımda duran korkak kadının ellerine bıraktın. O zamanlar çocuktum ve benden korkmuyordu. Her gün tenimle uğraşıyor benimle oynuyordu, üzerine beni dövüyordu sen ise tüm bunları izliyordun. Şimdi de iyi izle bekçi, önce izle ve sonra sıranı bekle.” dedi Deniz ve kadına döndü. Elini cebine attı bir parça çıkardı ve silahının ucuna taktı. Kadına doğrulttu silahını kolunu hedef aldı ve tetiği çekti. Sessiz bir sese kadının iniltisi karıştı. Yere düştü kadın. Deniz yanına gitti. “Soyun hemen!” dedi.  “Çocukluğumda bana yaptığın gibi. Yapamazsın ama değil mi? Yapma! Gözlerindeki korku benim için yeterli. Biliyor musun? Bilemezsin, nerden bileceksin ki! Ben sana her gün lanet ederek yaşadım. Bugünü düşünerek yaşadım, ama vazgeçtim. “
“Affet.” dedi kadın yalvaran gözlerle. Kanayan kolunu tutuyordu, canı yanıyordu belli. Adam sırtını döndü, cesaretini kaybetmişti. Acımıştı ona. O bekçiden başka kimsesi kalmamıştı. Yalnızdı bu konakta ve ölüm herkes gibi onu da korkutuyordu. Bunu görmek yetti genç adama. Cezasına razıydı, kendi çevirdi polisin numarasını. Ben, bir kadını vurdum, dedi. Oturdu bir köşede bekledi. Kadının canı yanıyordu, izledi. Bekçi kolunu sardı bulduğu bir bezle. Gülmeye başladı genç adam, böyle hayal etmemişti. Vuracaktı ikisini de, öldürecekti sonra da gömecekti bahçeye, basıp gidecekti. Kimse aramazdı onları, sormazdı. Kaybettirecekti izini hiç olarak yaşayacak, Deniz’i de gömmüş olacaktı, çocukluğunu vuracaktı bir namlunun ucunda… Ama yapamadı, yapmadı. Kapıdan içeri girdi polis. Bir köşede elinde silah, bitkin bir şekilde oturan adama yöneldi. Deniz zaten kendini ihbar etmişti. Yüzünde bir gülümseme, kirli bir gülümsemeyle dudağı hafif yukarı kıvrıldı. Ambulansı aradı hemen polisler, sonra ise taktılar Deniz’in eline kelepçeyi. Kadın fısıldadı “Şikayetçi değilim.” diye. Deniz kahkaha attı. Polisler yine de götürdü onu. Kadını dinlemediler. Pek çok suçu bulundu Deniz’in. Hiç masum değildi. Bir silahı vardı, bir kadını vurdu, kadın şikayetçi olmadı ama işe yaramadı. Bilmiyordu polisler çocukluğunu Deniz’in. Çocukken dövülmüştü, istismar edilmişti, annesi erken ölmüş babası onu bir acımasızın ellerine bırakmıştı. Suçluydu Deniz, çocukluğu beyninin içinde müebbet hapis yemişti. Polisler attı onu bir hücreye. Cezası azdı aslında ama bir daha çıkmadı hapisten Deniz. Bu sefer vazgeçmemişti… Deniz’i kimsesizler mezarına gömdüler. Hiç oldu, gitti genç adam… En çok da buna hüzünlenirdi. En azından annesinin yanına defnedilmek isterdi…