5 Haziran 2016 Pazar

Sahi Seninle Tanışalı Kaç Yıl Oldu?

Sahi seninle tanışalı kaç yıl olmuştu? Bana bir asır belki bir ömür, belki sonsuz bir dilim gibi gelen seninle geçirdiğim o anların toplamı olan ve kalbimin sana kilitlendiği o günden beri tam dört yıl geçti. Bugün ayaklarım yere basmıyor, ayaklarımdan bacaklarıma doğru uzanan bir uyuşma. Bedenimde kontrol edemediğim bir titreme, oysa hava soğuk değil. Senin bir türlü keyfine doyamadığım sonsuz bir yeşilliği andıran gözlerinde, sonsuza kadar görmek istediğim o derinliği bugün göremiyorum. Sen benim bugünüm de yalnızca anılardan ibaret bir suret halindesin. Etrafımda koca bir kalabalık herkes bir şeyler söylüyor.  Dün 4 yıl olmuştu, kutlama değil bu olan, kimse beni tebrik etmiyor. ‘Başınız sağ olsun.’ diyorlar. Başım mı sağ olsun? Sen gerçekten gidiyor musun? Ayağım yere basmıyor. Bu toprak kokusu seninle yağmurda ıslandığımız zamanlarda etrafa yayılan o kokuya hiç benzemiyor. O zaman mutluydum. Şimdi gözlerimden engelleyemediğim yaşlar akıyor ve o damlalarda mutluluğa dair bir iz yok.  Beni annenle tanıştırmıştın, daha yeni tanışmıştık. Annen şimdi yanımda ya da ben onun yanında duruyorum. Senin için sen bizi bir araya getirmiştin ve yine senin için yan yanayız.  Hakkım yoktu annenin yanında bunu söylemeye ama yine de  ; ‘’ Son kez bakayım yüzüne izin verin lütfen.’’ diye bir fısıltı çıktı boğazımdan. Arkadaşımın desteğini hissettim omzumda. Dizlerimin üzerine çökmüş toprağın serinliğini hissettim.  Ama işe yaramıyordu içim yanıyordu, yanıyordum ve durmuyordu bu ateş, kalbimden yayılıyordu her bir parçama ve binlerce parçaya ayrılıyordum aynı anda. Yüzünü görmeme sana son kez bakmama izin vermediler. Tabutunun başındaki cansız fotoğrafına dokundurdum elimi. O kadar hissiz o kadar soğuktun ki ve yoktun sen orada.  Her zaman dokunduğum o yüz şimdi bir cansız fotoğraf olmuştu karşımda. Bekliyorum, sanki her an kalkacak ve bana elini uzatacaksın ‘Burada ne işim var?’ diyeceksin. Sonra bu kötü şakaya son verecekmişsin gibi. Şaka değil bu biliyorum çünkü sen böyle şeyler yapmazsın. Yerini bilirsin. Fakat bu yer o tabut sana hiç yakışmadı.  Gözümün önünden gidişini izledim birkaç bedenin omzunda bana veda bile etmeden gidişini izledim. İndirdiler seni toprağa ve üzerine dizdiler o tahtaları. İçim bağırdı avazı çıktığı kadar ‘Durun yapmayın son kez göremedim bile.’  Uzaktan baktım yalnızca, izledim toprağın üzerine atılışını hiçbir şey yapamadan. Birkaç dakika sürmüştü Bu bana ömür gibi gelen birkaç dakikaya sığdırdılar senin bedenini.  Zayıftın, boyun uzundu zorlanmamışlardı seni taşırken ve koyarlarken oraya. Ne kolaydı öyle gitmek. Gözlerin yeşildi şu ağacın yeşili ya da yıllar sonra o mezarında bitecek olan ve kalbimi kanatacak olan gülün dikeninin yeşili mi? Hayır senin gözlerin yeşildi. Derin ve sonsuz bir yeşil hiçbir yer de bulamayacağım bir yeşil. Beyaz tenine yakışan siyah saçların vardı. Sen güzeldin, yakışıklıydın. Bakmaktan bıkmadığım bir yüze sahiptin. İçin güzeldi, belki de bu yüzden seni bu denli harika görüyordum. Ah ‘Yiğit’ neden beni nefessiz bir şekilde bırakıp gittin? Neden mahrum ettin gözlerinden? Dün omzuna yaslıyordum başımı, şimdi gözyaşlarımı sunuyorum sana. Etrafımda sesli ağlıyorlar, bağırıyorlar ben içime akıtıyorum gözyaşlarımı Yiğit, sana akıtıyorum. Herkes aileni teselli çabasında. Ben ailen olamamıştım henüz. En acı yalnızlığımı yaşıyordum. Ölüm karşısında elim kolum bağlı, kimsesizdim. Seni toprağın altına bıraktım. Annene sıkıca sarıldım. Burada durmanın bir anlamı yoktu. Ruhu olmayan bir bedenin anlamı olmadığı gibi. İnsanlar dağılmaya başlamıştı. Uzaklaşıyorlardı senden birer birer. Ailen uzaktan baktı mezarına en çok annenin gözleri takıldı. Kolay değildi 22 yaşındaki canından canı toprağa vermesi. Ağır adımlarla mezarının başına geldim. Mantığım git diyordu durma burada o gitti diyordu. Ama kalbim Yiğit o sana veda edememişti. Gitme Yiğit’i burada böyle hiçmiş gibi bırakma diyordu.  Mezarının başında dizlerimin üzerine çöktüm. Hala ısrarla akıyordu yaşlarım. Gözlerimi kapattım. Toprağın kokusunu içime çektim. Ölüm böyle mi kokardı? Şimdi senin bedenin bu toprağa can mı olacaktı? Sen mi toprak olacaktın, toprak mı sen olacaktı? Sen mi kokacaktın toprak ve bir rüzgar bana getirecekti bu kokuyu. Ben kahrolacaktım. Bomboş kalmıştı etrafım, ıssızlaşmıştı mezarlık. Arkadaşım yanıma geldi:
-Hadi kalk harap ettin kendini gidelim.
-Olmaz biraz daha, bak kimse yok ona veda etmeden gelemem. Ne olur git yalnız kalalım.
-Seni burada bırakamam.
-Yalvarırım Cansu git. Bırak onunla tek başıma vedalaşayım.
Bana sıkıca sarıldı, anlayışlıydı Cansu anlamıştı. Defalarca arkasına bakarak o da gidenler kervanına katıldı. Şimdi başbaşaydık. Ben konuşuyordum, içim susmuyordu. Ama sen ‘ Yine çenene vurdu.’ demiyordun. Elini ağzına götürüp sus işareti yapmıyordun, kocaman gülümsemiyordun. Karşımda bir hiç duruyordu. Nasıl alışacaktım buna? Bir çözümü yok, biliyorum. Fakat dün yanımda bugün toprağın altında olman söyle Yiğit mantıklı mı bu? Beni böyle ansızın terk eden kişiyi anlamlandıramıyorum, anlayamıyorum. İnanamıyorum Yiğit kalbim kabul etmiyor. Şimdi gelsen ve dokunsan omzuma ya da sarılsan sıkıca ‘Geçti, kabus gördün.’desen fakat biliyorum rüya değil bu, eğer öyle olsaydı bu kadar acıtmazdı. Bu acıyı hissetmezdim bu kadar içten, hissedemezdim. Gece karanlığı çökmüştü üstümüze, ağır ağır kalktım mezarının başından. Korkardım mezarlıktan. Senin evine yürüyerek gitmek istemezdim, yakınındaki mezarlıktan geçmemek için. Sıkıca sarılırdın bana ‘onlar öldü, kalkamazlar merak etme.’ derdin dalga geçerdin, gülümserdin. Şimdi sen kalkamayacaksın ve ben tek başıma çıkacağım, geçeceğim bu mezarlıktan. Ama gitmek istemiyordum. Gidersem sen burada yalnız kalırdın, üşürdün. En çok soğuktan nefret ederdin, sıcağı da pek sevmezdin. İlkbahardı, sonbahardı senin mevsimin. Daha çok sonbahardın sen. Ilıktın, fazlası yoktu sen de hiçbir şeyin.  Mezarlığın çıkışına doğru yöneldim, artık senden gitmeliydim sen çoktan benden gitmiştin. Ayaklarım beynimdeki düşüncelerin ağırlığıyla götürdü beni mezarının uzağına yani çıkışa. Veda edemiyordum sana, edemezdim de gözlerimdeki yaşları durduramadığım gibi.
Başım önümde eğik, ağırlaşmıştı kaldıramıyordum. Bu sessiz çığlıkların olduğu karanlık yolda, yürüyordum. Sağım, solum, önüm, arkam meçhul. Sadece bir boşlukta yürüyordum. Belki yürümek yormuştu beni, biraz dinlenmeliydim. Ama yine olmayacaktı, durmamalıydım, devam etmeliydim. Durursam daha çok düşünecektim seni sanki.  Yürümeye devam ettim ta ki bedenim bir şeye çarptığında durabildim. Ya da bana mı çarpmıştı o şey, algılayamıyordum. Bedenimi yerde buldum, o kadar yoktum ki bir rüzgar bile savururdu beni yere. Sanki düşmek için bekliyordum.  Çarptığım bedene ayağından yukarıya doğru bakmaya çalıştım. Bu imkansızdı, sen burada olamazdın Yiğit. Şimdi bir rüya görüyordum, bayılmıştım belki de…

Düşünüyorum yalnızca seni, senin her bir parçan beynimin her bir köşesine çarpıyordu. Bu olmaz, olamaz, sen bu kadar canlı olarak karşımda duramazsın, hele de gözlerim açıkken. Biraz önce toprak kokuyorken, şimdi bu kokuyla karşımda  duramazsın. Rüya değil bu, bir rüya bu karda acıtamaz. Bana uzatılan bu el karşısında deliriyor olmalıydım. Dokunursam, tutarsam o eli yok olacaksın değil mi? Bir hayal gibi kaybolacaksın ve gölgen bile kalmayacak. Dokunmak istemiyorum, uzatırsam elimi gidersin biliyorum. Şu an canlı gibi karşımdasın işte inanamasam da oradasın. Yüzünün her bir kıvrımı aynı. Ezberlemişim seni; uyurken yüzünü o kadar çok izlemişim ki ezberlemişim her bir zerreni. Dokunamam eline, dokunursam gidersin, yok olursun. Veda edememişken şimdi hiç tutamam o eli. Yiğit bu sensin değil mi? Karşımda dikilen bu yeşil gözler senin fakat sen gibi bakmıyorlar bana. Derinliğini kaybetmiş gözlerin. Daha saatler geçmişti oysa, toprak hemen mi yok etti seni? Neler diyorum ben? Sen toprak olmuşsan bu karşımda duran sen olamazsın. Ama sensin işte, tüm çıplaklığınla karşımda duruyorsun…


Küçük bir deneme çalışması...

2 Haziran 2016 Perşembe

Ağır Eleştiri İçerir

Ağır Eleştiri İçerir


Hayat bize her zaman istediğimizi vermedi, vermeyecek de. Çünkü asla bilmedik durmamız gereken yeri. Asla durmak yok. Yol varsa yürünecek, engel varsa aşılacaktı. Tamam, hepsini yapalım, yine yapalım, sonraki gün de yapalım. Lakin dikkat! İnsanlığınızı kaybetmeden yapın ne yapacaksanız. Yükseğe çıktıkça birer birer eksiliyorsunuz. 

Ben tahammül edemiyorum etrafımda olan iki yüzlü kişiliklere. Eğer sen mumsan mum ol sadece, daha fazlası değil. İşin ışık vermekse ışık vereceksin, dibini aydınlatmak için gereksiz bir çabaya girmeyeceksin mesela. 

Sırtında taşıyorsan bir bıçağı, mertçe çıkaracaksın er meydanına. Kimse kirli oyunlara katlanmak zorunda değil. Kimse görmüyor, duymuyor ya da bilmiyor da değil. Belki de sadece sabrediyordur. 

Eleştiriyorsanız eğer, eleştirilmeyi de göze alacaksınız. Sen şöylesin demek kolay, peki kaç kez aynaya bakıp ben nasılım dediniz?  Aynada hangi yüzünüzü sorguladınız? Kafanızı yastığınıza koyduğunuz da vicdanınıza kaç kere baktınız? Onun keyfi yerinde mi? 

Üstün Dökmen'in bir yazısındaki başlığı şöyleydi: "%100 Haklı Mısınız?" 
O yazıyı okuduğumdan beri %100 haklı olmadığımı biliyorum. İnsanların suratsız suratlarını çekmek istememe durumumu değiştiremiyorum yinede... Her zaman öyle değil midir? Sırf birileri kırılmasın diye siz sineye çekersiniz fakat o çıktıkça daha da üste çıkar, yanlış anlaşılırsınız. Çünkü kişi kendini haklı görmeye devam etmekte bu süreçte. O zaman yeri geldiğinde sineye değil de rest çekmek daha doğru değil mi? Fakat siz insan olduğunuz için bu sefer de 'Kırar mıyım?' düşüncesi belirecek kafanızda. Evet, siz kırılırsınız ama kırmazsınız, vicdanınız izin vermez buna. Ama kırın hak ediyorsa o kişi kırın, siz kırmazsanız başkası bir gün kıracak zaten. Erkenden görse %100 haklı olmadığını ne olur ki sanki?

Tahammül edemiyorum iki yüzlü insanlara, tahammül etmeyeceğim de...




,