Sahi seninle tanışalı kaç yıl olmuştu? Bana bir asır belki
bir ömür, belki sonsuz bir dilim gibi gelen seninle geçirdiğim o anların
toplamı olan ve kalbimin sana kilitlendiği o günden beri tam dört yıl geçti.
Bugün ayaklarım yere basmıyor, ayaklarımdan bacaklarıma doğru uzanan bir
uyuşma. Bedenimde kontrol edemediğim bir titreme, oysa hava soğuk değil. Senin bir
türlü keyfine doyamadığım sonsuz bir yeşilliği andıran gözlerinde, sonsuza kadar
görmek istediğim o derinliği bugün göremiyorum. Sen benim bugünüm de yalnızca
anılardan ibaret bir suret halindesin. Etrafımda koca bir kalabalık herkes bir
şeyler söylüyor. Dün 4 yıl olmuştu,
kutlama değil bu olan, kimse beni tebrik etmiyor. ‘Başınız sağ olsun.’ diyorlar.
Başım mı sağ olsun? Sen gerçekten gidiyor musun? Ayağım yere basmıyor. Bu
toprak kokusu seninle yağmurda ıslandığımız zamanlarda etrafa yayılan o kokuya
hiç benzemiyor. O zaman mutluydum. Şimdi gözlerimden engelleyemediğim yaşlar
akıyor ve o damlalarda mutluluğa dair bir iz yok. Beni annenle tanıştırmıştın, daha yeni
tanışmıştık. Annen şimdi yanımda ya da ben onun yanında duruyorum. Senin için
sen bizi bir araya getirmiştin ve yine senin için yan yanayız. Hakkım yoktu annenin yanında bunu söylemeye
ama yine de ; ‘’ Son kez bakayım yüzüne
izin verin lütfen.’’ diye bir fısıltı çıktı boğazımdan. Arkadaşımın desteğini
hissettim omzumda. Dizlerimin üzerine çökmüş toprağın serinliğini
hissettim. Ama işe yaramıyordu içim
yanıyordu, yanıyordum ve durmuyordu bu ateş, kalbimden yayılıyordu her bir
parçama ve binlerce parçaya ayrılıyordum aynı anda. Yüzünü görmeme sana son kez
bakmama izin vermediler. Tabutunun başındaki cansız fotoğrafına dokundurdum
elimi. O kadar hissiz o kadar soğuktun ki ve yoktun sen orada. Her zaman dokunduğum o yüz şimdi bir cansız
fotoğraf olmuştu karşımda. Bekliyorum, sanki her an kalkacak ve bana elini
uzatacaksın ‘Burada ne işim var?’ diyeceksin. Sonra bu kötü şakaya son
verecekmişsin gibi. Şaka değil bu biliyorum çünkü sen böyle şeyler yapmazsın.
Yerini bilirsin. Fakat bu yer o tabut sana hiç yakışmadı. Gözümün önünden gidişini izledim birkaç
bedenin omzunda bana veda bile etmeden gidişini izledim. İndirdiler seni
toprağa ve üzerine dizdiler o tahtaları. İçim bağırdı avazı çıktığı kadar
‘Durun yapmayın son kez göremedim bile.’
Uzaktan baktım yalnızca, izledim toprağın üzerine atılışını hiçbir şey
yapamadan. Birkaç dakika sürmüştü Bu bana ömür gibi gelen birkaç dakikaya
sığdırdılar senin bedenini. Zayıftın,
boyun uzundu zorlanmamışlardı seni taşırken ve koyarlarken oraya. Ne kolaydı
öyle gitmek. Gözlerin yeşildi şu ağacın yeşili ya da yıllar sonra o mezarında
bitecek olan ve kalbimi kanatacak olan gülün dikeninin yeşili mi? Hayır senin
gözlerin yeşildi. Derin ve sonsuz bir yeşil hiçbir yer de bulamayacağım bir
yeşil. Beyaz tenine yakışan siyah saçların vardı. Sen güzeldin, yakışıklıydın.
Bakmaktan bıkmadığım bir yüze sahiptin. İçin güzeldi, belki de bu yüzden seni
bu denli harika görüyordum. Ah ‘Yiğit’ neden beni nefessiz bir şekilde bırakıp
gittin? Neden mahrum ettin gözlerinden? Dün omzuna yaslıyordum başımı, şimdi
gözyaşlarımı sunuyorum sana. Etrafımda sesli ağlıyorlar, bağırıyorlar ben içime
akıtıyorum gözyaşlarımı Yiğit, sana akıtıyorum. Herkes aileni teselli
çabasında. Ben ailen olamamıştım henüz. En acı yalnızlığımı yaşıyordum. Ölüm
karşısında elim kolum bağlı, kimsesizdim. Seni toprağın altına bıraktım. Annene
sıkıca sarıldım. Burada durmanın bir anlamı yoktu. Ruhu olmayan bir bedenin
anlamı olmadığı gibi. İnsanlar dağılmaya başlamıştı. Uzaklaşıyorlardı senden birer
birer. Ailen uzaktan baktı mezarına en çok annenin gözleri takıldı. Kolay
değildi 22 yaşındaki canından canı toprağa vermesi. Ağır adımlarla mezarının
başına geldim. Mantığım git diyordu durma burada o gitti diyordu. Ama kalbim
Yiğit o sana veda edememişti. Gitme Yiğit’i burada böyle hiçmiş gibi bırakma
diyordu. Mezarının başında dizlerimin
üzerine çöktüm. Hala ısrarla akıyordu yaşlarım. Gözlerimi kapattım. Toprağın
kokusunu içime çektim. Ölüm böyle mi kokardı? Şimdi senin bedenin bu toprağa
can mı olacaktı? Sen mi toprak olacaktın, toprak mı sen olacaktı? Sen mi
kokacaktın toprak ve bir rüzgar bana getirecekti bu kokuyu. Ben kahrolacaktım.
Bomboş kalmıştı etrafım, ıssızlaşmıştı mezarlık. Arkadaşım yanıma geldi:
-Hadi kalk harap ettin kendini gidelim.
-Olmaz biraz daha, bak kimse yok ona veda etmeden gelemem.
Ne olur git yalnız kalalım.
-Seni burada bırakamam.
-Yalvarırım Cansu git. Bırak onunla tek başıma vedalaşayım.
Bana sıkıca sarıldı, anlayışlıydı Cansu anlamıştı. Defalarca
arkasına bakarak o da gidenler kervanına katıldı. Şimdi başbaşaydık. Ben
konuşuyordum, içim susmuyordu. Ama sen ‘ Yine çenene vurdu.’ demiyordun. Elini
ağzına götürüp sus işareti yapmıyordun, kocaman gülümsemiyordun. Karşımda bir
hiç duruyordu. Nasıl alışacaktım buna? Bir çözümü yok, biliyorum. Fakat dün
yanımda bugün toprağın altında olman söyle Yiğit mantıklı mı bu? Beni böyle
ansızın terk eden kişiyi anlamlandıramıyorum, anlayamıyorum. İnanamıyorum Yiğit
kalbim kabul etmiyor. Şimdi gelsen ve dokunsan omzuma ya da sarılsan sıkıca
‘Geçti, kabus gördün.’desen fakat biliyorum rüya değil bu, eğer öyle olsaydı bu
kadar acıtmazdı. Bu acıyı hissetmezdim bu kadar içten, hissedemezdim. Gece
karanlığı çökmüştü üstümüze, ağır ağır kalktım mezarının başından. Korkardım
mezarlıktan. Senin evine yürüyerek gitmek istemezdim, yakınındaki mezarlıktan
geçmemek için. Sıkıca sarılırdın bana ‘onlar öldü, kalkamazlar merak etme.’
derdin dalga geçerdin, gülümserdin. Şimdi sen kalkamayacaksın ve ben tek başıma
çıkacağım, geçeceğim bu mezarlıktan. Ama gitmek istemiyordum. Gidersem sen
burada yalnız kalırdın, üşürdün. En çok soğuktan nefret ederdin, sıcağı da pek
sevmezdin. İlkbahardı, sonbahardı senin mevsimin. Daha çok sonbahardın sen.
Ilıktın, fazlası yoktu sen de hiçbir şeyin.
Mezarlığın çıkışına doğru yöneldim, artık senden gitmeliydim sen çoktan
benden gitmiştin. Ayaklarım beynimdeki düşüncelerin ağırlığıyla götürdü beni
mezarının uzağına yani çıkışa. Veda edemiyordum sana, edemezdim de gözlerimdeki
yaşları durduramadığım gibi.
Başım önümde eğik, ağırlaşmıştı kaldıramıyordum. Bu sessiz
çığlıkların olduğu karanlık yolda, yürüyordum. Sağım, solum, önüm, arkam
meçhul. Sadece bir boşlukta yürüyordum. Belki yürümek yormuştu beni, biraz
dinlenmeliydim. Ama yine olmayacaktı, durmamalıydım, devam etmeliydim. Durursam
daha çok düşünecektim seni sanki.
Yürümeye devam ettim ta ki bedenim bir şeye çarptığında durabildim. Ya
da bana mı çarpmıştı o şey, algılayamıyordum. Bedenimi yerde buldum, o kadar
yoktum ki bir rüzgar bile savururdu beni yere. Sanki düşmek için
bekliyordum. Çarptığım bedene ayağından
yukarıya doğru bakmaya çalıştım. Bu imkansızdı, sen burada olamazdın Yiğit.
Şimdi bir rüya görüyordum, bayılmıştım belki de…
Düşünüyorum yalnızca seni, senin her bir parçan beynimin her
bir köşesine çarpıyordu. Bu olmaz, olamaz, sen bu kadar canlı olarak karşımda
duramazsın, hele de gözlerim açıkken. Biraz önce toprak kokuyorken, şimdi bu
kokuyla karşımda duramazsın. Rüya değil
bu, bir rüya bu karda acıtamaz. Bana uzatılan bu el karşısında deliriyor
olmalıydım. Dokunursam, tutarsam o eli yok olacaksın değil mi? Bir hayal gibi
kaybolacaksın ve gölgen bile kalmayacak. Dokunmak istemiyorum, uzatırsam elimi
gidersin biliyorum. Şu an canlı gibi karşımdasın işte inanamasam da oradasın.
Yüzünün her bir kıvrımı aynı. Ezberlemişim seni; uyurken yüzünü o kadar çok
izlemişim ki ezberlemişim her bir zerreni. Dokunamam eline, dokunursam
gidersin, yok olursun. Veda edememişken şimdi hiç tutamam o eli. Yiğit bu
sensin değil mi? Karşımda dikilen bu yeşil gözler senin fakat sen gibi
bakmıyorlar bana. Derinliğini kaybetmiş gözlerin. Daha saatler geçmişti oysa,
toprak hemen mi yok etti seni? Neler diyorum ben? Sen toprak olmuşsan bu
karşımda duran sen olamazsın. Ama sensin işte, tüm çıplaklığınla karşımda
duruyorsun…
Küçük bir deneme çalışması...