3 Ekim 2021 Pazar

Sessizlik, Ne halt ediyorsun? (Silenced, What The Hell?)

 Mayday, mayday!!! Öğretmek lazım çocuklara imdat, imdat demeyi. Bir film izledim ve bir şarkı dinledim içim ürperdi, dünyadan ve bu tehlikeli bir biçimde bizi içine hapseden gerçeklikten korktum. Buradan duyurmak istedim sesimi. Sessizlik olmak istemedim. Tüm dünya çocukları bilmeli "Mayday!" kelimesinin uluslararası imdat çağrısı olduğunu. "Silenced" adında bir film... Filmde, sağır ve dilsiz çocukların uğradığı en haksız, en acımasız ve bir o kadar da dünya böyle olacaksa yok olsun dedirten olay yaşanmıştı. Bu çocuklar taciz edilmiş, tecavüze uğramış ve adalet sisteminin elleri arasından kayarak sessizlik olmalarına izin verilmişti. Ve daha korkunç olan ise bu yaşananların hepsi gerçekti! Üzeri örtülmeye çalışılan gerçekler. Fakat birileri susmadı, birileri gözlerini kapatmadı, birileri sessizliğe ses oldu. 

Güney Kore'de 2005 yılında İşitme Engelliler Okulunda meydana gelen bu olay üzeri örtülerek kapatılıyor. Fakat Jee Young Cong bu olayı kitabına konu eder ve bu kitabı okuyan oyuncu Gong Yoo kitabın filme uyarlanmasını önerir.  Sonra o belgesel diyebileceğimiz film 2011 yılında ortaya çıkar. Gerçeklik nedir? Gerçeklik bu filmdeki çocuklardır, gerçeklik oradaki tüm çıplaklığı ile yaşananların tamamı olmasa da bir kısmının aktarılma çabasıdır.

Film küçücük bir çocuğun acılar içerisinde hayattan kayıp gitmesiyle başlar. Bu filmi izlemek için güçlü olmanız gerektiğini söylemeden geçmek istemem. Devamında ise İşitme Engelliler Okuluna yeni bir öğretmen gelir, annesini ve kızını başka bir şehirde bırakmak zorunda olan bu öğretmen hayatını kazanmanın derdindedir fakat okulda bir tuhaflık var. Her şey olması gerektiğinden çok sessiz ve ürkütücü. Evet, bu çocuklar engelli fakat bu çocuklar neden çocuk masumiyetini taşıyamıyor, neden gülümsemiyor, neden öğretmenlerinden korkuyor? " Fazla sessizlik gerçekleri örtbas eder." ve bu çocuklar fazla sessizdi. Bunu soran öğretmene ise verilen cevap çok daha çarpıcıydı. 'Yeni geldiğiniz için bilmiyorsunuz sanırım, buradaki çocuklar garip sesler çıkarır.' İğrençliğin üzeri böyle kapatılıyordu. "Sahte bir maske takıp söylüyorsunuz duygusuz sözler, bu çocukları teker teker yalnız ve yaralı bırakıyor." Zaten konuşamıyordu o çocuklar ve tecavüze uğrarken garip seslerine kimse kulak vermiyordu. Polisinden, hâkimine kadar herkes paranın sağladığı adaletin(!) peşinden gidiyordu. Bu çocukların durumunu fark eden öğretmenleri ise onların sesi olmaya karar vermiş ve " Ortada bir suçun olması ama suçlunun olmaması mantıklı mı?" sorusunun peşinden gidiyordu. Ama belediye bizi ilgilendiren bir konu değil polise gidin diyor, polis bu kamu kuruluşu milli eğitime gidin diyor yetmezmiş gibi öğretmenin ailesi de onu desteklemiyordu. Bu çocukların acısını kimse duymuyordu. Annesinin öğretmene 'İnsanlar bilmedikleri için mi susuyor sanıyorsun, kızından daha mı önemli bu çocuk?' demesinin üzerine 'Şimdi onun elini bırakırsam kızıma iyi bir baba olabileceğimi sanmıyorum.' cevabı gelmişti ve bu sahne hepimizin suratına bir tokat gibi çarpacaktı. "Sesini çıkaramayanlar ile hayatını yaşayanlar arasında büyük bir fark var, kim tutacak onların elinden?" Bu çocuklar "Haykırsam bile kimse bana yardım etmeyecek!" umutsuzluğunda çırpınırken iki el onlara uzanıyor ve ses olmak için mücadele ediyordu. Gelin görün ki para her şeyi onların aleyhine çevirdi. Muayene edilen çocukların raporları değiştirildi, ifadeleri yetersiz görüldü. Her şeyi tüm çıplaklığı ile anlatan arkadaşını görünce ben de anlatabilirim diyerek defterine büyük bir umutla yazdığı konuşmasını gösteren çocuğa ise öğretmeni gözleri dolu bir şekilde 'Büyükannen sana kötü davranan öğretmenini affetmiş, onunla uzlaşmış bu yüzden sen mahkemede konuşamazsın.' demek zorunda kalmıştı. Çocuk ise hepimizi sarsan şu cümleleri bağıra bağıra söyleyecek. Evet, konuşamayan o çocuk bağıra bağıra dedi ki ' O adam kardeşimi öldürdü, her fırsatta bizi dövüp iç çamaşırlarımızı çıkardı, kim affetmiş, ben affetmedim. Benden ve kardeşimden af dilemedi!" Ne haddimizeydi onun yerine uzlaşmak, ruhu bu denli yara almış bir çocuğun son umudunu da elinden almak bizim ne haddimizeydi. Cinsel istismarın uzlaşması mı olurmuş? Mahkeme sonuçlanmış ve bu çocuklara bu mağduriyeti yaşatanlar aklanmış, tertemiz(!) başları dik oradan ayrılmıştı. Öyle mutlu bir son yok bu filmde. Film gerçekler öyle değil böyle vurulurdu insanın yüzüne diyor adeta. Peki, kardeşi öldürülen son umudu da elinden alınan o masum tertemiz 13 yaşındaki çocuk sizce ne yaptı? Adaletini kendi sağladı. Onun adı Min Soo konuşamıyor ve duyamıyordu.

"Kurtulmaya çalışsam bile, karşı koysam bile sana, neden? Ne halt ettiğini sanıyorsun, bunların hepsini sana ödeteceğim, ölsem bile intikamımı alacağım." 

Ah çocuklar, her şeye rağmen kumla oynayan yüreği güzel çocuklar. Kirli ellerin istediği gibi yönettiği o düzende ruhunuzun aldığı ve bedeninizin de izlerini taşıdığı o yaraları anlatmaya çalışan masum çocuklar. "Sorun dünyayı yöneten güçte." Sizin hiçbir kusurunuz yok. Kusurlu olan biziz, kusurlu olan yaşadığımız bu dünya. Kusur biz insanların yozlaşmış ahlaki değerleri ve çalışmayı bırakan beyinlerinde. Mücadele kaybedilmişti fakat bitmemişti ve film ise şu sözle tamamlanmıştı:

“Mücadele etmemizin sebebi dünyayı değiştirmek için değil, dünyanın bizi değiştirmesine izin vermemek için.”

Bu film, o sessiz çocuklara ses olmuş 2005 yılında tecelli etmeyen adalet 2011 yılında bu film sayesinde kısmi de olsa yerini bulmuştu. Bu çarpıcı filmi izleyen halk sokaklara dökülmüş ve davanın yeniden görülmesini sağlamıştı. Okul 2011 yılında kapatılmış ve kişilerin birçoğu ceza almış. Filmde bütün kişilere yer verilmemiş aslında orada gösterilenden daha çok kişi mağdur edilmişti. Ve sesleri çıkmasın diye özellikle ailesi olmayan ya da fakir olan çocuklar seçilerek istismara uğratılmıştı. Bu çocuklar zaten duyamıyor ve konuşamıyordu bir de ellerinden tutan aileleri yoktu. Ya bizim çocuğunuz olsaydı? O zamanda o mahkeme salonunda sesi çıkmayanlar gibi oturup izleyebilecek miydik? "Neden bu alçak savaşta sadece zayıflar ölür?" Biz tam olarak nerede yanlış yapıyoruz? Bu bir imdat çağrısıdır. Teşekkürler bu sessizliği çığlığa dönüştüren oyuncuya, yönetmene ve o çocukların çektiği acıyı kendi yaşamışcasına anlatan çocuk oyunculara. Bir de bu sessiz çığlığı bu filmi izleyerek sese dönüştüren, şarkı yaparak daha çok insanın duymasını sağlayıp sessizliğe ses olarak "Ne halt ediyorsun? diyen B.A.P'ye...

 

Şarkıyı dinlemek isteyenler: B.A.P - What The Hell

Filmi izlemek isteyenler: Silenced



22 Eylül 2021 Çarşamba

SON-BAHAR




     Hayatımın bir sonbaharının daha başlangıcı... Bir bitiş olmalı ki başlangıç da arkasından gelsin, öyle bir mevsim değil mi sonbahar? Hem çok sevdiğim hem de her seferinde daha da yalnız hissettiğim bir zaman dilimi. Bahar kelimesi içinde neşe barındırıyor  gibi ve "son" ise hüznü taşıyor sırtında sanki. Ben ise bu mevsimin yolcusu... Hep sorarlar ya hani 'En sevdiğin mevsim ne?' diye. Evet, sonbahar... Kulağımda sanki keman sesi ve gözlerimin önünde gecenin karanlığında bulutların arkasında durmaya çalışan dolunay... Eskiden yapraklarını dökerdi sonbahar, çınar ağacının yaprakları dolardı her yana... Onların arasından yaprakların hışırtılı sesinin yaptığı yollardan yürümek ne kadar da güzeldi! Ne kadar imkanlı bir yol ve dört koca sonbahar geçti o yollarda yürümeyeli... Sevdiğim mevsim sonbahar ama ben kışı yaşıyorum. Sanki bu mevsimi atlıyor bu coğrafya... Ben bu şehrin insanı hiç olmadım zaten... Bazen bir kitabın satırlarında rastlar oldum sonbahara, bazen duygusal bir filmin ortasında... En sevdiğim mevsime hasret, sevmediğim zamanlarda tutsak yaşarken buldum kendimi. 

4 Mayıs 2021 Salı

Yazmak Zamandan Çalmaktır


     Yazmak zamanın elinden bir şey çalmaktır, dedi kadın. Git ve yaz, dedi. Elimizde zamandan geriye bir şeyler kalmasını istiyorsak... Ben kimim ki, dedi adam. Benden geriye ne kalırsa kalsın, kimse hatırlamayacak! Kimse seni tanımasa da onu okuduklarında, biri vardı ve böyle hissetti diyecekler o yüzden yaz, yazmak zamandan çalmaktır, diye ısrar etti kadın.

     Sordu kendine adam, şu an durduğu yerde gerçekten yaşıyor ve hissediyor muydu? Hissediyordu bütün zerresine kadar karanlığı, bıkkınlığı ve yalnızlığı. Umut, diye fısıldadı ona bir ses. 

"Umut mu, umut güzel şey ama içimde serpintisi kalmadı." 

Neydi onu bu genç yaşında böylesine karanlığa süren? Onu kırıp parçalara ayırıp bu çöküntünün içine düşüren tam olarak neydi?  Sordu adam:

"Hayat nedir?
Aşk nedir?
Ben kimim?"

    Ve uzun süre düşündü, hâlâ bir yerlerde düşünüyor belki... Belki bir cevap buldu, belki de cevapsız soruların içinde kayboldu. Hatırla, güzel günleri hatırla, diye seslendi ona başka bir ses. 

"Güzel günler mi? Henüz gelmedi!"

    Böylesine zordu yaşamak, belki de böyle umutsuz doğmuş olmak benim özümde vardı. Benim anlamını bulamamış hayatım böyle yıkık olmak zorundaydı. Her gün gülümsemek için rol yapmam gerekiyordu, her şey yolundaymış gibi davranmam ya da olduğum şey neyse onu kabul edip, tamam işte bu hayattan alabileceklerin bu kadar buna razı ol demem, hayal etmemem, kendi içimdekini susturup onunla kavgayı kesmem gerekiyordu, cevap buydu belki de önüme konulan kaba razı olmam ve bunun beni mutlu etmesi için o sahte gerçekliğe dönüşmesi gerekiyordu. Gerçekten bu kadar basitti.

   Bütün düşüncelerini sustur. "Düşünceler artık içimden çıkmaya çalışan o insanı öldürür müsünüz? Çünkü onun istediği gibi yaşayamıyorum ben." Sonra düşünceler karşına bir ayna çıkarır ve derler ki onu öldürürsek peki sen yaşayabilecek misin? O sensin, o gerçek olan sensin. İnsanların karşısında her şey yolundaymış gibi rol yapan kişi olursan, gerçekten öyle olduğunda her şey değişecek mi? Sen en iyi sen biliyorsun, daha iyisi henüz gelmedi. Belki umut öldü, belki hayat durdu, belki de yalnızlık en iyi arkadaşın oldu ama henüz yarın gelmedi... Henüz savaş bitmedi! 

    Bu bir hikâye mi? Bu zamandan çalınan bir an mı sadece? Renklerini kaybetmiş bir yaşamın suyun üzerine yazılması değil mi bu?

    Hadi havada süzülen bir yaprak olalım, hadi gökyüzüne gülümseyen bir uçurtma olalım... Olamazsın değil mi? En çok ne olmak istersin peki? Bir kelebek mesela... Mavi bir kelebek... Şimdi gitmen gerekiyor, bu gece de yalnızlık eşlik etti sana, biraz uyumalısın, sonra her şey yoluna girecek... 

    Peki ya her gün bir önceki güne uyanıyorsam, dedi adam. Söyleyecekleri bu kadardı... Sonra kendi yolunda yürümeye devam etti, omuzlarında sanki dünyayı taşıyordu.


Sanat yapan bir adam... renkli yazıya tık, tık!

28 Şubat 2021 Pazar

YABANCI

      Biraz zamana ihtiyacım var, dedi. Ona birazdan fazla zaman tanıdım. Zaman geçtikçe ben değiştim. O da yavaş yavaş ses etmemeye başladı. Ve bir süre sonra iki yabancıydık artık. Sonra yazmayı unuttum çünkü o bana yazmıyordu, o benimle konuşmuyordu. Ben onu dinlemiyordum ya da duyamıyordum. Zaman anılarımı maniple etti. 

      Sahi neden yabancı olduk biz? İki dosttan fazlası değildik, neden kaybettik birbirimizi? Tuhaf bir hissin prangasında yazıyorum yeniden, cevap alma kaygısı taşımadan yazıyorum. Hatıralar güzeldir sözünü hatırlıyorum ama o hatıraları hatırlamıyorum çünkü iyi bitmedi hiçbir şey... Kırgınlık kırıntıları bu yazıyı engelliyor. İçimdeki tuhaf his bu yazıya set vuruyor. 
 
     Hangi gemidesin şimdi? Hangi limandan çıktın? Hangi şehirde kaybettiğin yazıları arıyorsun? Eğer yazmaya devam etseydik eğer konuşmaya devam etseydik bugün durduğu gibi olur muydu her şey? Ben bugün bu satırlara başka neleri eklerdim? Sen yabancı, sadece bu kelimeyi hatırlıyorum. Sen yabancısın artık! Hatıralarımda adın bile kirlenmiş. 
    
     Büyüdük değil mi yabancı? Büyüdün değil mi? Hiç pişman mısın? Hâlâ açıkta bir kapı var mı? Ben de bir anahtar bıraktın ve bir cevabı vardı her şeyin... Sormadın yabancı, en büyük sorun buydu sormadın. Yanlış anladın her sevgi aşk değildi. Bazen dosta duyulan sevgi aşktan büyük olabilirdi. Anlatmalıydın, yazarak konuşmalıydın! Beni duymalıydın. Başkalarından değil benden duymalıydın! Sana inandırdıkları gerçeği(!) benden dinlemeliydin. 
   
      Bugün seni hatırlıyorum yabancı. Bugün yıllar sonra seni anımsıyorum ve kalbimin derinlerinde üzgün olmanı diliyorum. Çünkü vazgeçtiğin bu yabancı seni unutmadı ama bizi savuran her neyse onlar yok olup gittiler. Biz sadece dost olmaya çalışan ama sonunda iki yabancıya dönüşen kişiler olduk. Aynı ortaklığı paylaşmadık sadece dinledik, anlatmaya çalıştık ve biraz şarkı bir iki edebi söz ekledik. Değerli satırlar kaldı geriye. Bazen göz gezdirdiğim değerli satırlar. 
      Anılar nasıl kandırıyorsa aklımı, rotam anlamsız...

      Hâlâ yazarak konuşuyorsun değil mi? Umarım birileri dinliyordur. Ben tüm kalbimle dinlemiştim.Ve yabancı eğer varsa bir hak artık helal olsun... Tüm ahlarımı terk ediyorum artık taşımak istemiyorum bu anlamsızlığı... Çünkü ben yabancı kelimesinin anlamını yitirmesini diliyorum...






Yabancı: Aileden ya da yakın çevreden olmayan (kimse ya da şey), demektir. O kadar!

27 Şubat 2021 Cumartesi

Yarın Çok Geç Olacak...

 Şarkının da dediği gibi "Bir yer var mı, dünyadan uzak." İsyan etmek istemedikçe isyan ederken buluyorum kendimi. Görünen ve görünmeyen arasındaki farkın bu kadar derin olacağını bilmezdim. Delirmeden ya da ölmeden önce bir hiçlik bırakacağım geriye. İçimdeki tekrar seslendi bana "Biraz zaman..." dedi. Dışıma taştıklarım içime attıklarımın yanında nedir ki? Hiç umudum kalmadı. Her geçen gün, her geçen an en çok kendimden nefret ettim. Kafamdaki düşüne deniziyle hiç alakası olmayan bir yaşamın içinde buldum kendimi. İlkelerim, fikirlerim arasında hayatım olgunlaşmamış izdüşümüm gibi... İnancım biraz daha güçlü olsaydı eğer farklı şeyler yazıyor olabilirdim. Mesela umuttan bahsederdim, hayallerden, beklentilerden, iyi bir dünyadan...
İnancım biraz daha zayıf olsaydı eğer çoktan terk etmiştim bu dünyayı ve uzaktaki o meçhulde belki de daha derin bir kuyuda bulmuştum kendimi. Düşünüyorum. Korkuyorum. Anlıyorum. Susuyorum. Düşüyorum. Ama birileri delirdi diye. Birileri sonunu buldu diye dünyanın, birileri kendi hayatını kendi kafasında kurduğu şekilde yaşıyor diye ben kendi hayatını yaşayamayacak hâle geliyorum. Bir şekilde ölüyor herkes neticede. Fakat o birileri hep kendi penceresinden gördüğü dünyasında asla kendine bakmıyor diye ben bu hayattan, umuttan vazgeçmek zorunda kalıyorum ve  hayat dönüp diyor ki "Bu daha ne ki?" Neticede ben yaşamayı beceremiyorum. Ve içimdeki hep diyor ki "Biraz zamana ihtiyacım var." Fakat bilmiyor benim her geçen saniye zamanım tükeniyor. Umudum yok, inandığım insanlar bile inandığım gibi değiller artık. Sistem çarkları arasında direndikçe daha da şiddetli bir düşüşle yok oluyorum. Yarın çok geç olacak...