29 Aralık 2016 Perşembe

Mesleğimizin İlk Fragmanı

          Daha ilk adımlar. Hayatımın kalbimin ilk adımları. Herkes için küçük benim için büyük. Öyle hevesli öyle istekli. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi. Bu meslek çok mu istedim de başladım tartışılır. Ama sevdim ya sevdiğin işi yap ya da yaptığın işi sev derler ya hani. Daha başlamadan daha ilk minik adımında sevdim işte. Kalbim gümbür gümbür heyecanlı nasıl olacak diye? Daha mesleğini tam eline alamamış birinin sözleri bunlar. Anlatmak istiyorum, yazmak, konuşmak... Staj kelimesini sevmedim ben.Stajyer öğretmen kelimesini de sevmedim. Ama okulu sevdim danışman hocamı sevdim. İlk göz ağrım diyebileceğim 8-G sınıfını sevdim. Onlar bizi pek sevmedi pek umurlarında olmadı. Haklılardı da haftanın belirli günü iki kişi geliyor arkaya oturuyor, dinliyor ve gidiyor. Ama bilmedikleri bir şey var. Biz heyecanla her seferinde "Bak bugün bizi ciddiye alacaklar, öğretmen gibi..." diyerek geliyorduk. Sonra bir şey oldu program değişti sınıf değişti. İlk göz ağrısı dedim ya harbi öyleymiş. Üzüldüm aniden gelen haberle. Onlarla ben bir bağ kurmuştum, karşılığı yoktu belki ama benim için değerliydi. İlk tecrübeydi karşılarında duruşum, iki kelâm edişim. İsimlerini her hafta kendime tekrar edişim. Olur da yanımıza gelir belki bir şey sorar ismiyle hitap ederim, değerlidir insanların isimleri. Bilmiyorlar uzak bir mesafeden yeniden sırf onların dersine girmek için sabahın karanlığında uyandığımı. Bilmeyecekler ne kadar değerli olduklarını. Unutmayacağım mesela Yağız'ın göz kırpışını, Kaan'ın el sallayışını... Bir gün yanımıza geldiğinde bize abla deyip cevizini paylaşmak istemişti Kaan, almadık, onundu bir avuç ceviz. Sonra pişman olduk keşke alsaydık iki sohbet ederdik ama toyduk, acemiydik.
Umut Han vardı. "Hocam bana oy verdiğinizi düşünüyorum." demişti. Bilmiyordu onun hocam demesinin bizdeki etkisini. Evet, Umut sen iyi bir lider olabilirsin demek isterdim ve Umut "isim-fiil bey diyeceksiniz." cümleni unutmayacağım. İlayda bizimle ilk iletişime geçen. "Haftaya yine bekleriz."diyen küçük kız. Bekleniyor olma duygusunu bize tattırdığın için teşekkürler. Bundan on yıl sonra Ulaş'ı görsem tanır mıyım? Doğrusu bilmiyorum cevabını ama hayallerine ulaşıp başbakan olursa Ulaş isminden anımsarım. Ha "Depresyondayım unutuldum, aldatıldım." şarkısı da yeni anlamlar kazandı benim için. Hepsi 8-G sayesinde. İlk dersi anlatamayışım, ısrarla anlamadık dediklerinde her seferinde daha da çok yenilişim. Tecrübesizlik değil, bu sadece yetersizliğimi hissedişim. Kübra ile canım kardeşimle her anımızı aynı heyecanla paylaşmamız. Her hafta aynı heyecanla okula gidip, aynı hüsranla dönmemiz. Yine olmadı yine yapamadık. Zordu insanların sevgisini kazanmak. Ama zaman kısaydı, dar vakitlerde sevgiyi söylemek çirkindi. Onlar için bir şey ifade etmeyen biz "stajyer ÖĞRETMENLER" bizler için çok şey ifade eden "DEĞERLİ ÖĞRENCİLER" anılarımıza güzellikler kattığınız için teşekkürler. Sizi unutmayacağız. Gününüze merhaba gecenize iyi geceler, hayallerinize bir adım daha sağlıcakla kalın...
Ve isimlerinizi bırakıyorum buraya hepsini öğrendik gelmenizi bekleye bekleye öğrendik.

Kaan
Ceyhun
Yağız
Levent
Mert
Yağmur
Ulaş
Umut
Gizem
İlayda
Dilara
Tuna
Neşet Buğra
Ecem
Leyal
Ufuk
Elif
Duru
Oya
Tuygun
Batuhan
Selen
Rümeysa
Nilsu
Zeynep

Hayallerinize inandığınız kadar yakınsınız...Daha çok söz var ama ne kelimelerin dili yeter ne benim kelime hazinem. Kalbimizi dolduran duygular kalbimizde kaldı...

Dinlemek isterseniz : Benim Adım Öğretmen

8 Aralık 2016 Perşembe

Uzaktan Baktım

"Tabloya yakından bakınca karmaşık gelir anlamazsınız, o zaman uzaktan bakın." derler ya hani hep. Ben de yüksekten bakın insanlara o zaman neler neler göreceksiniz demek istiyorum. Yüksekten kastım üstünlük değil, yanlış anlamayın. Bir binanın tepesinden ya da dönme dolabın zirvesinden bakın. En olmadı üst geçitten bakın aşağıda ne yapıyor insanlar.

Aynı kare aynı zaman dilimi içerisinde bir çok duygu ve yüz ifadesine, birbirinden çok ayrı birbirine çok yakın yürüyen insanların oluşturduğu karmaşık bir tabloya uzaktan bakın. İçine ne çok şey koyacaksınız, içinden ne çok şey boşaltacaksınız. 

Gördüğüm bir tablodan bahsedeyim. 3 kız karşıdan geliyor, gülüyorlar mutlular, hatta onların mutluluğu bazı insanları şaşırtıyor. Sanki mutlu olmak suçmuş gibi... Yerde taşın üzerinde oturan iki çocuk muhtemelen kardeşler ve dileniyorlar. İnsanlarda iyilik yaptıklarını zannederek onlara para veriyor, simidini veriyor... İki erkek biri gitar çalıyor, öbürü şarkı söylüyor ama diyorum kendi kendime bu sese o şarkı olmamış mı ne sanki? Telaşla yürüyen ve o telaşla yürüyene inat sakince yürüyen insanlar... Kavga eden bir kız ve bir erkek, dertleri büyük olsa gerek! Lacivert takımını çekmiş üzerine muhtemelen bir iş görüşmesine giden kırmızı kravatlı bir adam. Liseden yeni çıkmış bir grup öğrenci ama görünümleri öğrenci gibi de değil hani! Ne kadar karışık ne kadar birbirinden bağımsız bir tablo... Durdum, bekledim, düşündüm. Bu tablaya uzaktan bakıyorum ama yine de göremiyorum bütünü. Bütün bunun neresinde? Sonra kapattım gözlerimi, boş verdim olduğum yeri. Rüzgârı hissettim. Dedim kendime yanlış yere bakıyorsun, baktığın yer aşağısı değil yukarısı olmalıydı. Açtım gözlerimi. Soğuk kasvetli bir hava lakin gökyüzü olduğu gibi yansıtması gerektiğiyle birlikte orada... İnsanlar hatta tüm canlılar aynı gökyüzünün altında. Gökyüzü her şeye şahit, her şeyi birbir işliyor hanesine. Gökyüzüne baktım, bulutlar küme küme...İnsanlara inat bütünleşmek için birbirlerine koşuyorlar. Bir amaçları var, Yağmur yağacak, Onlar birbirine kavuşabilsin ki yağmur yağsın... Yağmur yağar yağmasına da insanlar şemsiye açar o yağmura, dedi bir ses...Haklısın dedim. Benim de şemsiyem yanımda... 

Siz doldurun devamını bu satırların. Yazın demiyorum düşünün sadece. Gözlerinizi kapatın ve düşünün. Bir bulut olun demiyorum ya da bir yağmur tanesi. Şemsiyeniz de olsun ama sadece elinizi uzatın. O tane elinize değsin. Islanın falan da demiyorum sadece bir tane elinize değsin. Zaman akıyor, insanlar akıp geçiyor birer birer. Biraz önce kavga eden çift şimdi yok. Dilenen çocuklar yerini başkalarına bıraktı. Her şey akıyor, her şey devam ediyor. Sadece bir saniye durun, düşünün, hissedin...Siz nereye gidiyorsunuz, nereye akıyorsunuz demiyorum. Şu an ne yapıyorsunuz? 

Bulutlar şimdi birbirine koşuyor, birazdan yağmur yağacak, şemsiyemi açacağım ıslanmak değil derdim. Elimi uzatacağım bir damla parmaklarıma değecek onu hissedeceğim...Bunları yapacağım. Ama şu an ben gökyüzünü izliyorum eğer izlemeseydim yağmurun geleceğini nereden bilecektim.

Soruyorum size dünü değil, yarını değil, şu an ne yapıyorsunuz?

Anının kıymetini bilenlere...


24 Kasım 2016 Perşembe

Gökyüzünden Selamlar

Hepimizin merak ettiği ve ilgilendiği şeyler vardır şu hayatta. Hayallerimiz ve içimizin köşelerinde sakladıklarımız da hayata dahil. Birileri eksildi, birileri arttı, birileri yok oldu. Hayat hep devam etti. Temelde insanız ve hepimizin farkında olsak da olmasak da bir felsefesi vardır. Hep şunu derim kendime: ‘Bugün ne kazandın?’ , ‘Başını yastığa koyduğunda vicdanın rahat mı?’

Soruları çoğaltabilirim, soruların çoğalacağından da eminim. Sizin de sorularınız ve bu sorunların cevapları bu doğrultuda muhtemel sorunlarınız var.

Şu durduğum yerden geçmişe bakıyorum da aslında bu hep devam eden bir döngü. Peki, asıl soru: ‘Geçmişle birlikle benimle gelen ve bugünümde de bana eşlik edenler var mı?’

Bir hocam bir keresinde demişti ki ‘Bir elin parmak sayısı beştir, bir insanın ortalama ömründe hayatında olacak dost sayısı en fazla ikidir.’ Bu dost kavramının içini dolduralım. Hani vardır ya siz anlatmadan sizi anlayan, aynı şekilde sizin de anladığınız, kelimelerin, mesafelerin araya girdiği ama bir şekilde hayatın aranıza giremediği kişiler vardır ya hani, kavga etseniz birbirinize hakaretleri ardı arkasına sıralasanız bile sonunda bir tarafın ‘hatalıyım’ demesiyle her şeyi unuttuğunuz… Binlerce kez iyiliklerini hatırlayıp, kötülüklerini anımsamadığınız, eksiğini kapattığınız, bir şekilde sevgi dışında karşılık beklemediğiniz. Ömrünüze eklediğiniz, zamanınızı paylaştığınız hani her şeyin içinde ondan bir tutam kattığınız. Her şekilde ne ise, nasılsa hayatınız da var ettiğiniz dost dediğiniz o insan varya işte o ya bir kişi ya da iki kişidir.  Ona tutunun onun kıymetini bilin. Eğer onu bulduysanız ki bu zor bir şey bırakmayın o düşecek olursa siz onun önüne atlayın, üzerinize düşsün. Bu hayatın bize vereceği en değerli şeylerden biri çünkü…

Gelelim diğer meseleye… Peki, kaç kez etrafınızdaki insanların sizi boğduğunu hissettiniz, kaç kez sırtınızdan vurulduğunuzu, ihanete uğradığınızı, yarı yolda bırakıldığınızı… Örnekleri çoğaltabilirim, örnekleri çoğaltabileceğinizden de eminim. O insanların sayısı iki elin parmağını geçer, ellerinizi pek çok kez saymak zorunda da kalabilirsiniz. Eğer öyleyse işe kendinizi sorgulamakla başlayıp, aynadaki yansımanızın riyakar olup olmadığını öğrenin. Sizde bir sorun yoksa ki bundan yüzde yüz emin olamazsınız o zaman ya gerçekten bencilleşen insan topluluğunun ortasında kalmışsınız ya da hayat gerçekten size iyi davranmıyor. Ama bu iyi davranmama durumu yukarıda bahsettiğimiz dostu bulmuşsanız geçersizdir. Eğer o varsa isterseniz yüzlerce kişi sizi bıçaklasın onun varlığı milyonlara karşılık gelebilir.

Bir söz der ki: “Hayatınızı cehenneme çevirmek istiyorsanız bu çok kolay etrafınızdaki insanlardan nefret edin, hayatınızı cennete çevirmek istiyorsanız bu daha da kolay etrafınızdaki insanları sevin.’


Sevin, bir dost edinin… O zaman hayat daha kolay, yaşamak daha kolay, insanları anlamak daha kolay… Nefret bizden eksiltir bizi yok eder… Ama sevgi, hoşgörü, anlayış, insanları olduğu gibi kabul etmek değiştirmemeye çalışmak, gülmek, gülümsemek bunlar güzel görmemiz için yeterli. Güzel günler mavi gökyüzünün altında olduğunu bilen insanlar için vardır her daim. Yeryüzüne takılıp kalanlar ise sadece kararan bulutları görebilirler… Tüm evreni içine alan gökyüzünden selamlar hepinize. Sevin, sevilin bir dost edinin… 

17 Kasım 2016 Perşembe

Bir Ankara Gezisi Daha

Günlerden bir gün yine biz gezelim dedik. Eee nereye gidelim, nereye derken, 4 yıldır Ankara'da olup Ankara'nın Karadeniz'i diye anlatılan Kızılcahamam'a gitmediğimizi fark ettik. Yolculuk yerimizi ve günümüzü belirledik. Yine bir yolculuk. Biraz uzak biraz yakın bir yere. Ankara'nın belki de tek yeşil yerine. Mevsimlerden sonbahar. Yapraklar sararmaya başlamış ama yeşil henüz terk etmemiş buraları. Şehrin kalabalığından uzaklaşırken yer yer yeşiller ve adını bilmediğim bir gölü geçtikten sonra Hollywood yazısıyla karşılaşıyoruz.



Şaka bir yana tabii... Bundan sonrasında Akdeniz'de çam ağaçları arasında devam eden bir araba yolculuğu başlıyor. Yollar tenha ve güzeldi. Genelde etrafı izlemekle geçti. Ama bol sohbet ve termosumuzdaki sıcak çay da buna eşlik etli.

Yolculuk bitti ve araçtan indikten sonra ilk defa gittiğimiz bir yerde yürümeye başladık. Kafamızda gidecek pek çok yer var. Saat daha 10 civarları. Lakin öğrenciydik ve kendi aracımız yoktu. İnsanlara sorduk gitmek istediğimiz yerlere nasıl gidebileceğimizi. Onlarda çok uzak olduklarını ve sadece araçla gidebileceğimizi söylediler. Siz siz olun aracınız olmadan Kızılcahamam'a gitmeyin. Hepimizin aklında şu soru ''Eee boşa mı geldik yani?'' Neyse ki 2 km uzağımızda kalan bir yer varmış. Orayı tarif ettiler biz de tabana kuvvet yürümeye başladık. Bu esnada acıktık ne yapsak derken yolda bazlama satan bir yer bulduk bazlama aldık, tavsiye ederim en iyi yediğim bazlamaydı ya da ben çok açtım. :D

Yürümeye devam ettik yol bitmiyordu bizim acıkma seviyemiz ise artıyordu. Sizlere şimdi yolun üzerinde gittiğimiz bir yerden bahsedeceğim. Gerçekten otantik ve güzeldi. Yemekleri de güzeldi. 
Ağaçların arasında kurulmuş yerler vardı bir de bol bol kediler...Özellikle pidesi harikaydı. Kızılcahamam'a yolunuz düşerse 'Başkan Mangal Evi'ne uğramanızı tavsiye ederim.











Bu kediye ayrı bir parantez açmak istiyorum sizce de bir aslan yavrusu edası yok mu?


Yemeğimizi yedik çayımızı içtik. Oturmaya gelmedik tabi ama hava bize muhalefet ediyordu. Biraz yağmur atıştırdı, sonra dindi. Yine tabana kuvvet yürümeye başladık. Gideceğimiz yer hakkında hiçbir fikrimiz yok tabi, biraz tereddütlü ama istikrarlı adımlarla yürüyorduk sadece.

Yürürken tabi ki radarımıza yakalanan yerler oldu. Binalar arasında kendini yaşatmaya çalışan bu konak gibi...

Yol üzerinde 1949'dan kalma yaşamaya devam eden Yukarı Cami de karşılıyor sizi...


Bir çok ilçenin caddesi olan mecburiyet caddesine de uğramadan geçmiyoruz tabi...


Benim için Ankara ile özdeşleşmiş saat kuleleri de olmadan olmuyor haliyle...

Ve tabi ki yapay şelaleler...


Şu an bunlar için mi gittiniz der gibisiniz. Bir de yürürken bunu çok sorguladık ve yol bitmiyordu derken arkadaşlarımdan birinin 'Kara göründü.' nidasıyla önüme baktığımda gördüğüm manzara ile 'Kartallar yüksekten uçar.' sözünü kafamda birleştirmiştim bile.


"Ankara'da cidden böyle bir yer var mı? Ankara'da yeşil ne arar?" şeklinde bu zamana kadar kurduğum cümlelerin hepsini ilk o an yutmaya başladım. Hani yolda gelirken Akdeniz çamları demiştim ya unutun onu. Karadeniz ormanlarına dönüştü burası...

Burada pek çok mangal alanı ve dağ yürüyüşü yapabileceğiniz ormanın yanında oteller ve onlara bağlı sıcak su havuzları vs. bulunuyor. Bir iki gün nefes alayım, kalabalıktan uzaklaşayım, çok da uzak bir yere gitmeyeyim diyen Ankaralılara şiddetle tavsiye ederim.

Bizim mangal malzemelerimiz yoktu zaten yolda gelirken yemiştik. O zaman tek bir şey kalıyordu o da yürümek. O gün 16 km yürüdük. Dağın tepesi hedefti...








Biraz yürüdük yükseğe çıktıkça manzara güzelleşiyordu. Mevsim sonbahar sarı yeşil birbirine girmiş. Hava sabahki gibi değil. Çayımız da var...Burada bir grup arkadaş dinlenmek istediler. Biz yeşile hasret iki kişi olarak yolumuza devam ettik. Önümüze şöyle bir yazı 'Dikkat ayı çıkabilir.' 

Dedik bizimi bulacak sanki. Yürüdükçe yürüyoruz. Yolda gelirken arkadaşım demişti ki 'O dağın tepesine çıkmak istiyorum.' Gerçekten çıktık. En tepeye, tabana kuvvet çıktık. Biz gidince diğerleri de arkamızdan geldi birbirimizi bulamıyoruz, bağırıyoruz, kimse yok tüm delilikler serbest. Hava güzel, bol oksijen beynimiz dönüyor...Mutlaka yolunuzu düşürün ve oksijenin tadına varın...

Zirveden fotoğraflarla yazıma son veriyorum...








Fotoğrafta küçük bir ilçe var işte oradan zirveye doğru bir yolculuktu bizimkisi. Arkadaşımın küçük bir isteğiydi... :D





Son olarak Kızılcahamam'a gitmeden önce belediyesinin hazırlamış olduğu bu siteyi de ziyaret etmenizi tavsiye ederim...





7 Kasım 2016 Pazartesi

DAĞ 2

   Önce Nefes ile başladı bu seri. Hani hepimizin bildiği şu replik 'Uyursan ölürsün!' Bu replik olarak kaldıysa ve kalbe dokunmadıysa onu da bir sorgulamak lazım...

    Arkasından Dağ geldi. Dağ çok güzeldi. İki farklı genç ve onların kesişen öyküsü. Bu bir öykü gibi gözükse bile gerçeğin ta kendisi. İki uç kişilik bir arada ve aslında bir bütünün parçası. Adı Oğuz olur, Bekir olur, Ahmet olur, Mehmet olur... Tek bir şey vardır aslolan o da 'vatan'dır. Peki bu iki gencin öyküsü 'gazi' oldu da bitti mi? 

    Bitmedi. Daha yeni vizyona girmiş olan DAĞ 2 ile devam ediyor. Karşımıza 'borda bereli' olarak çıkıyorlar...


Hani Türkler film yapamaz derler ya, izleyin bu filmi ve bir kez daha düşünün... Dağ 2 şu an Türk film sektörünün zirvesidir.
Bu bizim gerçeğimiz, bu biziz. Şu filmi izleyip de duygulanmayan ya benliğini sorgulamalı ya da kalbini bir baktırmalı...
Vatan, Türk olmak, arkadaşlık...
Ölüm bir meslek olur mu? Oluyor işte ne güneşler batıyor da oluyor. Kimsenin bilmediği, bilmeyeceği görevler...
'Eğer adınız duyulursa biliniz ki başarısız oldunuz.' Vatan uğruna ölüyorsunuz, göreviniz halk ama kimse adınızı dahi bilmiyor, eğer bilirse siz başarısız oldunuz demektir. Böyle bir eğitimden, ölümden geçiyorsunuz ama düşman kimse onu geçirmiyorsunuz. 

Ölüm sevgili olur mu? Oluyor işte, yanağınızdan öpüyor sizi, içinizi ürpertiyor başta bir titretiyor ama yüzünüze bir tebessüm bırakıyor. Adınızı yine de kimse bilmiyor.

Bayrağınızı gören namusunun korunacağını biliyor.

Başak kan ile besleniyor ama yine de büyüyor.

Bir ölüp bin diriliyorsunuz, yavrunuzu, ananızı, bacınızı, eşinizi yanınızdaki yoldaşınıza emanet edip hiç korkmadan ölüme yürüyorsunuz...Bunun bir bedeli, bunun bir karşılığı yok, olamaz!
Bu sadece aşk, bu sadece inanç, bu kara bir sevda biz ona vatan diyoruz, onlar ise vatanı yaşıyor, yaşatıyor.

Bir film düşünün siz ona film deyin ben gerçek ile burun buruna gelmek diyeceğim. Bu bizim gerçeğimiz. Şimdi burada rahat uyuyorsam birileri benim için, bizler için hiç tereddüt etmeden ölüme yürüdüğünden.

Bir şiir düşünün bir filme bu kadar çok yakışabilecek! "Kahramanların Ölümü" 
Kahramanlar can verir 
Yurdu yaşatmak için...  
Her cümle bir hedef, bir kurşun, bir ölüm.


Ve 7 adam düşünün tereddüt yok,şüphe yok, korku yok, tek gerçek var 'ölüm'

Kartallar yüksekten korkmaz, Kartallar eğer korkarlarsa sen rahat uyuyamazsın.

Kısacası izleyin, izlettirin. Bedelsiz hiçbir şey yoktur. Birileri bir şeylerin bedelini ödediğinden bu aldığımız nefes...Birileri kendini etten duvar ettiği için, birileri bombanın üzerine koştuğu için, ölümü yaşamaktan daha yüce bildiği için. Ama o 'birilerini' biz bilmiyoruz. Çünkü onlar aslında vardılar ama yoktular... 

Ruhları şad olsun! 






25 Ekim 2016 Salı

Dostlardan

Pazar günü küçük bir kaçamak yaptık. Adres Ankara Kızılcahamam'dı. Uzun uzun anlatacağım orayı. Lakin bende oradan daha değerli birkaç satır var. Günlük hayatımız bizi o kadar yoruyor ki, ne bir dostluğa yerimiz var ne iki soluklanmaya... Gönlü güzel iki insandan iki güzel satırı paylaşmak istiyorum. Dostluk yaşıyor, dostluk nefes alıyor. İsimler önemli değil önemli olan kalpten gelenler. Yorulduysanız eğer biraz dinlenin ve gökyüzüne bakın...

BİR DOSTTAN İNCİLER: 

Dağlar denizinde yüzüyoruz. Süt mavisi şafak hedefimiz. Kayığımız sevgimiz.Küreğimiz yüreklerimiz. Biz birlikteyiz. Dünya bizimle dönüyor.Bulutlar eşlik ediyor yolculuğumuzda bizlere. Kalplerimiz birlikte çarpıyor yolumuza çıkan engelleri aşmak için.Sabretmek güç geliyor bazen çağıldayan kanların bulunduğu yüreklere.Yalnızken rüzgara karşı koymaya çalışan zayıf birer papatyayız. Son yaprağımız döküldüğünde yok olacağımızın bilincindeyiz.Ama  yine de özgürce kaldırıyoruz başımızı her doğan günde.Çünkü biliyoruz, yapraklar dökülünce ardından toprağa tohumumuzu bırakacak . Bizken ise güçlü köklere sahip bir çınarız. Her birimiz ayrı damlanın peşinden koşsak da gövdemiz bir,yapraklarımız bir . Biz biriz. Biri oluşturan biziz.                 
-Ayşe Şimşek

BİR DE HAYATA ÜŞENENDEN İNCİLER:

Ortalıktan el ayak çekilip gecenin karanlığında bir başınıza kaldığınız zamanlarda bazen tılsımlı bir soru gelip zihninizin en aydınlık yerine asılı kalır ve "Bugün ne yaptım?" diye sorarsınız kendinize. Vereceğiniz cevaplar aslında o gün neler kazandığınızı usulca fısıldar size.
Bana kalırsa kendimize bugün ne kazandım diye sormak daha yerinde olacaktır. Peki sorayım kendime: bugün ne kazandım? Bugün güzel Ankara'nın naif ve samimi Kızılcahamam'ında Kübra'yla İbrahim'le Burak'la Asiye'yle Ayse'yle ömre bedel kazanımlarım oldu.
Evvela heybemizdeki yorgunluğu, umutsuzluğu, sıradanlığı dibine kadar boşalttık. Bunların yerine yaşama sevinci koyduk gelecek umudu koyduk iyileştirici huzur koyduk ve her şeyden önemlisi kocaman bir dostluk koyduk heybemize. 
Birbirine sımsıkı kenetlenmiş ellerimizden kalbimize doğru ılık ılık şefkat aktı. Sarılı kollarımızdan kucağımıza samimiyet usul usul düştü. Yeri göğü inleten kahkahalarımızdan mutluluk yağdı gözlerimize ıslak ıslak. Saatler akıp giderken zamana yetişme gibi bir kaygımız yoktu. Çünkü biz, zamanı dizginlemiştik anıların en büyülüsünü maziye yazarak. 

Bugün ne mi kazandım? Bugün; dostluğun, dürüstlüğün, samimiyetin, huzurun, umudun zirvesindeki pınardan kana kana asla geçmeyecek bir geçmişi içtim. Bundan daha değerli bir kazancım olmamıştı şimdiye kadar.
-Rukiye Yeşiltepe

Anlatacağım size orayı lakin dostlar bizi hatırlasın bu güzel cümleler burada kalsın...

21 Ekim 2016 Cuma

Elveda Senfonisi

Uçurumun kenarındayım Hızır, diyordu şair.
İki ayrı uç,
İnce ipin üzerinde ha düştüm ha düşeceğim...

Yazmak istesem de dilim varmayacak,
Elim kalemi tutmayacak, 
Kalbim mühürlenecek,
Anlatamayacağım, her köşe sus olacak,
Beynimin her hücresi birbirine sitem edecek,
Anlat diyecekler anlatmayacağım.

Kalbim konuşma diyecek,
Konuşma sus...
Bu yalnızlık değil, bu çözüm değil, bu sadece çıkmaz.

Uçurumun üzerinde ince bir ip;
Aşağıya bakarsam düşeceğim,
İleriye bakarsam korkacağım,
Arkama bakarsam pişman olacağım,
Yukarıya bakarsam kayan yıldızı göreceğim.
Ellerim tutmayacak,
Ayaklarımın dermanı kesilecek,
Yürüyemeyeceğim.

Kalbim patlayacak gibi olacak
Ama patlamayacak...
Kaçmayacak,
Ölürse kurtulurdu
Fakat ölmeyecek.

Durmayacak rüzgâr,
Dünya durmayacak,
Toprak yine yeşerecek,
Güneş yine doğacak,
Kuşlar yine ötecek,
Hayat ilerlemeye devam edecek.

Ben rüzgâra takılacağım,
Güneşe gözlerimi kapatacağım,
Toprağa küseceğim
Çünkü bileceğim alacak beni,
Alacak ve kuşlara yem edecek.
Biliyorum bir gün sonum gelecek...

Şimdi sadece kayan yıldızı bekleyeceğim,
Bir dilek tutmak için...

Döküldü gitti cümleler,
Çok konuşanlar oldu, az susanlar...
İnsan dolunca yazarak taşar, diyenler
Hiç anlatmayanlar,
Hepsi geldi ve gitti!
Geriye sadece bir tutam rüzgâr, iki dua, üç ağlayış kaldı.
Bir dilek hakkı;
Sadece kazananlardan olmak...
Hem bu dünyada hem ötekinde!
Esinlendiğim şiirin linkini de buraya bırakıyorum :


16 Ekim 2016 Pazar

Küçük Bir Düşünce

Günlerden bir gün yine otobüsteyim. Siz buna metro ve türevlerini ekleyebilirsiniz. Mesele aracın ne olduğu değil zaten. Otobüs genelde 80-90 kişiliktir. Ama 150-200 kişi biner. Alırlar siz havada gidersiniz ama onlar yolcularını alırlar. İki yönlü bakmak lazım o kişi otobüse binmek zorunda çünkü zaman nakittir. İşi gücü vardır. O adam da otobüse almak zorunda çünkü ona da öyle diyorlar emir eri ne yapsın... Neyse bindik üst üste gidiyoruz falan. Bir bakalım insanlara bu insanlar ne yapar, ne eder? Biri vardı kolu başta normaldi,benim de moralim bozuk dert olmayacak dertlerim var, sonra biraz bakınca kolunun plastik olduğunu fark ettim. Utandım başımı öne eğdim. Ayağımın dibinde kızıl saçlı bir çocuk. Nasıl bağırıyor nasıl cırlıyor... Hani sinir geliyor insana ama bir baktım ailesine bilmiyor insanlar ne desek bu çocuğa da sussa. Hani desen çocuk yine susmayacak çünkü alışmamış. O çocuğun gözünde dünya sadece o an istediği o şey, onu ona verdikleri an susuyor yoluna devam ediyor. Sağa çevirdim kafamı yabancı insanlar kendi dillerince muhabbet ediyor, adam kalkmış elin bilmem neresinden Türkiye'ye gelmiş ben Ankara'nın Keçiören otobüs hattında sürünüyorum 4 yıldır. Yani demek istediğim; neye, nereden ve nasıl baktığımız bunun sonucunda da nasıl gördüğümüz ile ilgili dünya. Sonra dedim kendi kendime amcaya göre ne küçük, çocuğa göre ne büyük dertlerin var! Bu da böyle bir mana...

12 Ekim 2016 Çarşamba

YAĞMURLARIMIZ


Hoş geldin, gönlümün buram buram rahmet kokan serinliği. Hoş geldin, ruhumun camlarına taze taze vuran sessizliği. Hoş geldin, ömrümün sıcak sıcak tüten bereketi. Gözlerim semada kaldı, nerelerdeydin? Yoksa o hırçın bulutlar gelmeni istemedi mi? Sana âşıktılar da içlerinde mi tutmak istiyorlardı seni? Ama bilmiyorlardı, yağmurun hasretiydi toprak. Toprak da yağmuru bekliyordu, bereketlenip dalga dalga yaymak istiyordu sevincini. Toprağın beklediği gibi ben de seni bekliyordum, senin gelmeni istiyordum.

Bulutlar düştü ya ayrılığa, ben ve toprak kavuştuk rahmetinle sana. Saçlarıma düştün ağır ağır ve usul usul aktın toprağa. Bulutların hasreti, toprağın bereketi oldun sonra. Böyle başladı hikâyesi yağmurun. Biz de anlatmaya başladık kalemimizle, kalemimizin dili yetersiz kaldı yağmuru anlatmaya… Şimdi bakalım başka kalemlerden nasıl damlamış yağmur kâğıda.

Cahit Sıtkı " Yağmur Yağadursun" şiiriyle belki de " Yağmur mu yoksa gözyaşların mı yeryüzüne dökülen?" sorusunun cevabını anlatıyor bizlere:

…Dışarıda yağmur yağadursun,
Ve yağmur gibi sonsuz olan
Gözyaşların ve sayıklaman
Camlarda halka halka dursun…

Bir diğer şairimiz Necip Fazıl Kısakürek “Bu Yağmur” şiiriyle kendi dünyasındaki yağmurla bütünleşerek çıkıyor karşımıza.

…Bu yağmurlar, kanımı boğan bir iplik,
Tenimde acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,
Dayandıkça çisil çisil yağacak…

Attila İlhan ise yağmurdan duyduğu korkuyu “Yağmur Kaçağı” şiiriyle sunuyor bize.

Elimden tut yoksa düşeceğim,
Yoksa bir bir yıldızlar düşecek.
Eğer şairsem beni tanırsan
Yağmurdan korktuğumu bilirsen
Gözlerim aklına gelirse
Elimden tut yoksa düşeceğim
Yağmur beni götürecek yoksa beni…

“Sonsuz olan” yağmur şiirle biter mi? Şiir yağmuru anlatmaya yeter mi? Yetmez, yağmur şiirle de bitmez. Damlar her bir esere, şarkıya, türküye, maniye… Akar usul usul dolaşır satırlar arasında… Şarkıların diline nasıl değmiş yağmur?

Sevgili yerine koyan Şebnem Ferah’tan dinleyelim yağmuru:

Beni sevmezsen yağmurları sev,
Bulutlar ağlasın sen gül güneş doğsun yeniden.
Gidiyorum gözüm yaşlı,
Hatıran har yüreğime,
Sen sev yağmurları,
Yağmurlar yağsın üzerime. 

Emre Aydın için ise yağmur bir suçludur:

Birden giderler fark etmezsin
Kalbinde siren sesleri
Ağlarsın belli olmaz
Bu yağmurlar yüzünden 

Anadolu toprağına düşer de yağmur, Anadolu insanının diline düşmez mi? Türküler, türkülerimiz nakış nakış işlemişler mısralarına…

Bakalım Karadeniz türküsü nasıl anlatmış yağmuru:

Al şalum yeşil şalım da dünyayı dolaşalum
Sen yağmur ol ben bulut
Maçka'da buluşalum maçkada buluşalum

Karadeniz türküsü sevdayla özdeşleştirirken yağmuru Adıyaman yöresine ait “Yağmur Yağar Benim Garip Başıma” türküsü ölümle birlikte anmaktadır.

Yağmur yağar benim garip başıma
Göz koydular ekmeğime aşıma
Doyamadan dolu dolu yaşıma
Bir yalana gitti ömrüm ağlarım

Şarkılar, türkülere konu olur yağmur, peki manilerimiz? Bizim insanımızın içinden geçmişten süzülüp gelir kulağımıza bir yağmur damlasının sesi gibi.

Yağmur yağıyor yağmur,
Tülbendimin katına.
Çok üşüdüm sevdiğim,
Al ceketinin altına.

Geçmişten günümüze sızan yağmur Yunus Emre’nin eserlerine de çisil çisil yağmıştır.

Karlı dağların başında,
Salkım salkım olan bulut.
Saçın çözüp benim içün,
Yaşın yaşın ağlar mısın?

Ne güzel anlatmış şairlerimiz, sanatçılarımız, insanımız ne güzel dökmüşler satırlarına… Yağmur bazen bir şairin şiir yazmak için ilhamı olmuş, bazen de bir aşığa sevgilisini hatırlatan anı, bir insanın ağlayışını sakladığı sığınak, başka bir insanın mutluluğunu haykırarak söylemek istediği güzelliktir.
Renklerine bürünüyor yağmur, herkes için farklı bir anlam yüklüyor kendine ya da herkes farklı bir anlam buluyor yağmurda, o ise alıyordu bu anlamla şeklini düşüyordu toprağa. Kiminin siyahı kiminin mavisi oluyordu. Kimisi için aşktı, kimisi için çekilen hasret. Bizim gözümüzde ise yağmur toprağa aşık, bunun için bulutu kendine hasret bırakan, onu terk eden bazen bu yaptığına sinirlenip toprağı parçalarcasına düşen, bazen de usul usul ona kavuşmaya çalışan ve her zaman düştüğü yeri bereketlendiren, bulutun özlemi, toprağın aşkıydı.
Peki, sizin gözünüz de nedir yağmur?
Asiye Ulu /Rukiye Yeşiltepe


9 Ekim 2016 Pazar

Işığı Sönen Yıldız



Şöyle dönüp baktığımda ardıma, çok şey kaybetmişim aslında. Dünün cevabını ararken günümde yarınımı gömmüşüm geceye. Ben beni bulayım derken sıfırı da tüketmişim. Ben adı yalnızlık olan yıldız. Gökyüzünde sönmüş ama hala var olan, kimsenin görmediği, elini uzatmaya çalışmadığı, hayal kurarken penceresinden bakmadığı yıldız. Baktığım yerden gecenizin tam ortasında ve bitmeye yakın alaca karanlığında orada duran ben, kimsenin göremediği yıldız. Sizi görüyorum, sizi biliyorum, sizi duyuyorum. Kalabalıklaşan dünyanızda, çirkefleşen ve bencilleşen ruhunuzla yaşıyorsunuz. Binlerce insan arasında yalnız olmayı kendinize meslek edinmiş, arkadaşınızın üzerine basarak yükseliyorsunuz. Ben ışığı sönen yıldız, görüyorum sizleri. Uyanıyorsunuz gününüze ve başlıyorsunuz oradan oraya koşmaya. Ayağınız takılmadığı sürece bir yere sağınıza ya da solunuza bakmıyorsunuz bile. Başınızı kaldırıp güneşi görmeye çalışmadan gecenin olmasını diliyorsunuz binlerce küfrün arasında. Gece oluyor ve yatağınıza kavuştuğunuzda hissiz bir bedenle uyuyorsunuz ve tekrar uyanıyorsunuz. Gece gökyüzüne elini uzatan insanlar yok, umut yok, hayal etmek yok. Siz sadece yeryüzünde bir nesne… Ruh yok, hayat yok… Benim adım yalnız kalan yıldız. Yıllar önce bana kendini anlatan ve dünyanın zirvesini soran, hayali olan, uçurtmasını gece uçurup onunla yanıma gelmeyi düşleyen, arkadaşım, dostum bildiğim o çocuk öldüğünden beri ben ışığı sönen yıldızım. Yalnız olan yıldızım. Sizlerde çöplüğe dönen bir dünyanın kalıplaşmış robotlarısınız… Benim ışığım sönmüş, sizin ruhunuz ölmüş…

30 Eylül 2016 Cuma

Roller Coaster Üzerinde Bir Hayat

Roller Coaster üzerinde bir hayat. Bir korku oyuncağı… Bir çığlık silsilesi, bazen kahkaha bazen ağlama hissi. İlk başlarda yavaş yavaş tren tırmanırken raylardan yukarıya doğru, tıpkı bir çocuğun ilk adımları gibi… Tren yavaş yavaş tırmanıp ilk zirveye çıktığında aniden aşağıya doğru hızla hareket ediyor. Büyüyen çocuğun kendini 18 yaşında hayatın zirvesinde düşünürken, bir anda düştüğü o boşluk ve arkasından gelen hız ile gençliğini çarçur ederken yaşadığı korku. Bir Roller Coaster hikâyesi bu üzerinize alınmayın. Karşısına çıkan engelleri bazen hızlı, bazen yavaş bazen de tepe taklak geçen bir Roller Coaster… Her an raylardan çıkacak diye korkutan ama bir yandan heyecanlandıran bir yandan da ürperten bir oyuncağın hikâyesi. Turunu tamamladığında başladığı yere gelen bu oyuncak bir sonraki yolcuları için beklemeye hazır. Fakat bir öncekiler için ise artık yolculuk bitti.

Bir hayat düşünün Roller Coaster’ın üzerinde. En fazla 5 dakika süren bu yolculuk, orada iken uzun bir zaman geçirmiş hissi uyandırıyor. Hayat, ortalama 50 sene yaşasan sanki gözünü açıp kapatmış gibi düşünmeden edemezsin. Ama kocaman 50 yıl, bir asrın yarısı… Neleri sığdırıyor insan o 50 yıla. Tıpkı Roller Coester’in üzerinde iken hafızasına sığdırdıkları gibi… İlk başlarda minik minik emekliyor, sonra ise büyüyor insan. Büyüdükçe çocukluğuna dönmek istiyor. Tıpkı Roller Coaster hızlandığında başa dönmeyi istemek gibi. Çünkü başta korkutucu değildi. Yavaş yavaş ilerliyordu raylar üzerinde. Hayat, engelleri, güzellikleri, getirileri ve götürüleri ile sunuyor bize yaşamı. Kimi kader diyor, kimi yaşıyoruz işte, deyip geçiyor. Ama Roller Coaster’a binmek senin seçimin değil mi? Burada kader mi var yalnızca? Roller Coester üzerindeyken tepe taklak dönmek ile hayatın bize hediye ettiği engeller benzer değil mi? Peki bu anda anıların peş peşe sıralanması? Hepsi sadece tesadüf mü?


Sona geldiğinde yavaşlaması Roller Coaster’ın, bir insanın yaşlılığında -tıpkı doğduğu zamanlarda olduğu gibi- emeklemesine benzemiyor mu? Ve durması! İnsan kalbinin artık atmaması ile son bulması gibi. Biliyor musunuz? İnsanların kalp atışlarının farklı farklı olduğunu. Her insanın farklı bir kalp ritmi olduğunu. Roller Coester turu bittiğinde de kimi nefret edecek, kimi mutlu olacak, kimi korkacak… Ama temelde herkes farklı hislere sahip olacak. Üzerinize alınmayın sadece eğlenmek için gittiğiniz lunaparktaki bir oyuncaktan bahsediyorum. Bence hayat Roller Coaster gibi. Ya da Roller Coester hayat gibi… 

18 Eylül 2016 Pazar

Warrior Baek Dong Soo/ Bir Savaşıtan Ziyade Dostluğun Hikâyesi

Sizlere benim için çok özel olan bir diziden bahsedeceğim. Dizinin Türkçe adı “Savaşçı Baek Dong Soo”
Dostluk ve düşmanlık arasındaki ince çizgide yaşayan, hem dost hem düşman olan iki insanın ‘biz’ diye yükselen sesi adeta kulaklarıma geliyordu diziyi izlerken. Tarihin bilmem kaçıncı yüzyılından kalma bu sesi duyuyordum ama onları görme ihtimalim olmadığını da biliyordum. Adeta miras kalmış bir dostluk ve düşmanlık. Tarih onlardan birini ya da artık ikisini de yanında götürmüştü. Böyle bir hissi vardı bende dizinin. 29 bölümlük bir hikâye. Fakat her bölüm sürüklüyor sizi o dizinin içine.
İlk bölümde sizi Josean döneminde yaşamış bir veliaht prens olan Sado karşılıyor. Bu dönem çalkantılı bir dönem ve dizinin içerisinde tarihin kırıntılarını da görüyorsunuz. Fakat ben bunlara çok fazla değinmeyeceğim şayet tarihi bilgim beni yarı yolda bırakır.
Bu karşılaşmadan sonra sizleri Kılıç Piri ve Gökyüzü Lordu karşılıyor. Siyah ve beyazın karşılaşması gibidir. Sanki gün ve gece birbirine savaş açmış gibidir fakat bunu ilk bölümden anlamak zor. Çünkü şüphe uyandıran bir şey var. Bu iki kişi dost mu düşman mı?

Bölümün sonuna geldiğiniz zaman başrol olacak bebek ile karşılaşıyorsunuz ama bu normal bir karşılaşma değil. İşte o anda karar vereceksiniz fedakârlığın ne demek olduğuna. Baştan belirteyim bu yazı bencelerle dolu olacak. Çünkü konudan ziyade duygusal olarak yaklaşacağım diziye.

İlerleyen bölümlerde ise karşımıza ikinci bir çocuk çıkar ve bu çocuk inanılan bir lanet ile doğmuştur. “Ölüm yıldızı kaderi” denilen bir gecede dünyaya adım atmış ve katliama neden olacağını düşündüğü babasının onu öldürmesiyle burun buruna gelmiş fakat böyle bir gecede doğan bebeğin ölmesi de kolay olmayacaktır.

Tabi ki bu çocukların kaderi kesişecektir. İkisi de hayata başladıkları andan beri bir mücadelenin içine düşmüş ve sonunda kaderleri onları bir arya getirmiştir. Bu bir araya getiriş hem dostluklarının hem de düşmanlıklarının başlangıcı olacaktır.
Birkaç bölüm bu çocuk oyuncularla devam edecek. İşte o çocuk oyuncular:

Peki, bu çocuklar büyüyünce karşımıza kim olarak çıkıyor, hemen ona da bakalım değil mi? :D
Baştan belirteyim her ne kadar dizinin de adını aldığı gibi başrol Baek Dong Soo (fotoğrafta size göre soldaki) olsa bile bana göre ikinci isim yani kötü kaderle doğan Yeon Su’da (fotoğrafta size göre sağdaki) başrol. İzlerken siz de hak vereceksiniz. Çünkü Dong Soo, Yeon olmadan var olmazdı. Ona binlerce kez yenilmeseydi mesela öğrenmek istemezdi, yeteneğini ortaya çıkaramazdı. “Ne diyorsun ya hu?” dediğinizi duyar gibiyim. Dizideki iki ana karakter ‘Kılıç Piri’ ve ‘Gökyüzü Lordunun’ mirasçısıdır. Siyah ve beyazın devamıdır adeta. Ji Chang Wook, Baek Dong Soo karakterine can verirken Kılıç Piri’nin öğrencisi olmuştur. Yoo Seung Ho’da Gökyüzü Lordu’nun öğrencisidir.
Benim gözümde Gökyüzü Lordu efsanedir. O nasıl bir oyunculuktu. Adam rolünün hakkını gerçekten verdi. Gözünden okuyabiliyorsunuz, korkmanız gereken yerde korkutuyordu. Rolünün hakkını sonuna kadar verdi. Hemen sizi onunla da tanıştırayım. Hiç elinden düşmeyen içkisi ve ‘ Başkasının acılarını kendi acısıymış gibi benimseyen işte bu bir suikastçıdır.’ repliği ile benim gözümde devleşen en yürekli suikastçı oldu. Dost ve düşman kavramını iyi ayırt eden ve rakibini çok iyi analiz eden biriydi. Aynı şekilde Kılıç Piri de alanında uzman ve rakibinin kalbini tanıyan bir role sahipti.

İşte Gökyüzü Lordu:

Ve tabi ki Kılıç Piri:

Öncelikle dizide bayan karakterler de var. Fakat onlar dizinin renk katan konu belirleyen unsurları olmaktan öteye gitmedikleri için onlara çok fazla değinmeyeceğim. Başrollerin âşık olduğu bayan oyuncu ve bir de Baek Dong Soo’ya âşık olan hırsız bir kızımız var. Fakat bu kızın asıl hikâyesi Kılıç Piri ve Gökyüzü Lordu arasında kendisini gösterecek. Daha fazla bahsetmeyeceğim sizin takdirinize bırakıyorum. :D Bayan oyuncular benim için bitmiştir. :D
Ana karakterlere dönecek olursam. Çok karışık oldu değil mi? Ama spoiler vermeden anlatmaya çalışmak da zor ben ne yapayım? :D
Neyse ben döneyim ana karakterlere. Ji Chang Wook çok eğlenceli, hayatı eğlence olarak gören biriyken Yeon Su’nun ihaneti ile kendini depresyona sokar. Fakat o aslında doğuştan yeteneklidir. Bir şeyi bir kez öğrenmesi yeterli. Başına gelen olaylar neticesinde Kılıç Piri’nden kılıç ustalığı dersleri alır ve eğlenceli karakterinin yerini güçlü, düşünen ve ciddi olan bir karaktere bırakır. Tabi dizinin içerisinde tarihi süreç içerisindeki olaylar da yaşanmaya devam eder. Bu olaylar ile karakterlerin hayatları da doğrudan bağlantılıdır. Sıkı bir eğitimden geçerken Baek Dong Soo, Woo Yeon Su’da boş durmamaktadır. Baek Dong Soo ne öğreniyor ise o da kendi başına bunları öğrenmekle zamanını harcamaktadır. Örneğin siz hiç gözlerinizi kapatarak, sadece sesleri dinleyerek bir çiçeğin yaprağını kılıçla ortadan ikiye bölebilir misiniz? Bu iki karakter bölüyor işte :D Yeon Su için ise belirtmek istediğim bir husus daha var. O çocukluğundan beri kılıç ustalığı üzerine çalışmaktadır. Dong Soo ise daha sonradan öğrenecektir. İkisinin yetenekleri bence birbirine denkti ve hatta Yeon Su bir tık üste idi. Şayet kalbinde gerçek anlamada ölüm yoktu ama şartlar onu çok farklı yerlere götürdü.

Onlar hem dost, hem de düşman. Tıpkı öğretmenleri gibi. Dizinin sonuna geldiğinizde aslında onların hocalarının kaderinin bir benzerini yaşadığını görüyorsunuz. Yıllarca beraber eğitim gördüler, birbirlerini korudular. Birbirleri ile mücadele ettiler, beraber başardılar. Sizinle paylaşacağım fotoğraf dizinin ana noktalarından biri. Bu fotoğrafta yaşanan onların arasındaki dostluğu hep sağlam tutan anılarından biri oldu. Fakat onlar düşmandı da…

İlk başarılarını böyle birbirlerine sarılarak kutlamışlardı.
Peki, bu iki dost nasıl düşman oldu?
Yeon Su baştan beri bir casustu. Aslında suikastçı olarak yetişiyordu. Ama kalbi onu yanıltıyordu. Eli öldürmek için kılıç tutsa bile kalbi onu yanıltıyordu. Uzun bir zamandan sonra gerçek yüzünü gösterir ve Yeon Su, öldürmediği Prens Sado’yu Dong Soo’ya öldürdüğünü söyler işte o an da düşmanlıkları başlar. Dong Soo onu yenecek güçte değildir fakat yeneceğine dair yemin eder… Yeon Su ise o günü bekleyeceğini söyler.
Yeon Su’nun ilk açık ihanetinin fotoğrafını da bırakayım şuraya:

Gözünden düşen yaş da bu ihanetinin ilk bedeli olacaktır. Fakat acılar onun peşini hiç bırakmayacak çünkü o artık Gökyüzünün Efendisi’dir. Çetenin yeni lideridir. Bir suikastçı kalbinde acıları taşımalıydı. Bu sadece başlangıçtı.
Dong Soo her zaman Yeon’nun geri dönmesini beklemiş, Yeon da her zaman Dong Soo’ya dönme hayalini kurmuştu fakat kader onlara öyle bir oyun oynuyordu ki ne zaman isteseler onları ayıran bir çizgi ortaya koyuyordu.
Görünürde onlar düşmandı fakat Yeon ne zaman Dong Soo’ya bir ok fırlatılsa onu elleriyle yakalayacak kadar Dong Soo’yu koruyan bir dost iken, her fırsatta Yeon’nun dönmesi için çabalayan kalbiyle bunu isteyen kişi de Dong Soo’dur. Kısacası bu diziyi izlerken lütfen bu iki dostun birbiriyle olan samimiyetini de görün. Bu yazıyı da dizinin bu yönüne dikkat çekmek için hazırladım. Yeon Su kaderinin kötü olduğuna inanmıştı, Dong Soo da kaderin değiştirilebileceğine inanıyordu fakat kader ise onlara çok başka tuzaklar hazırlıyordu.

Peki, sizce bu dizi de kazanan kim olacak?

Ya da bu dizinin bir kazananı olacak mı?

Öncelikle bu dizi her ne kadar Baek Dong Soo üzerine kurulmuş olsa bile siz de göreceksiniz ki Yeon olmadan Dong Soo da olamaz. Yeon olmasaydı Dong Soo asla kendini geliştirmezdi. Yeon olmasa ona atılan oklardan biri kalbine saplanabilirdi. Bundan dolayı Dong Soo kadar Yeon da bu dizide başrol. Özellikle söylemek istediğim ise senaristlere çok teessüflerimi iletiyorum. O sonu Yeon hiç hak etti mi?

Unutmadan Cho Rip karakterine en az siz de benim kadar sinir olacaksınız.

Son bir şey daha “ Eğer birinin kollarında ölmem gerekirse bunun sen olmanı isterdim.” diyen adamı sevin…

Yoo Seung Ho bu dizi çekildiği sırada sadece 17 yaşındaydı. Oyunculuğu gerçekten iyiydi. Hakkını verdi. Ji Chang Wook ise ondan 5 yaş büyük olmasına rağmen uyumları gerçekten iyiydi…

Bu dizinin ostleri de bir başka güzeldir. Dizi kadar onları da seveceğinize eminim.


İzlemediniz mi? Hâlâ ne bekliyorsunuz? :D

http://www.yeppudaa.com/showthread.php?t=22912