Derdim, tasam, yarımlığımdan yaşadığım bu hissiyat tüm bedenimi sarmadan, onun gerçeğe dönüşmesine izin vermeden yoluma devam etmeliyim. Zaman bize ihanet ediyor. Onu durdurmak mümkün değil ve her salise bizi bir adım daha yaklaştırıyor sona. Böyle anlarda tam da şu anda beynimin köşelerine çarpan düşünceler dursun istiyorum. Çünkü o adam ben değilim. Tüm mermilere karşı çiçek uzatan o adam, ben değilim. Sadece odamın içinde kalarak bunu yapamam. Yine de yolda yürürken önüme çıkan o taşı kaldırıyorum, birilerini rahatsız etmesin diye. Bildiğim en net şey doğduğum ve bu dünyada bir şekilde varlık gösteriyor olduğum, aynı zamanda bu varlığın hiç bilmediğim bir anda son bulacağı. Fakat o son gelmeden bir şeyler yapmam gerekiyor. Kalıcı olmak mı? Hayır, öyle bir şey yok! Tamamen yok olacak bir dünyada kalıcı olmak diye bir şey yok. Ama tüm bu yalnızlık, tüm bu acılar, bu izler hepsinden bir tutam avuçlamış insan kırıntısı bu dünya ile birlikte gelip geçecek.
Birileri çoktan gitti bile... Yakınımdan gidenlerin acısını içimde yaşadım, yaşıyorum da... Boşluk diyoruz buna, sadece boşluk kalıyor ancak zaman sesini, yüzünü, hatıralarını fark ettirmeden yok ediyor. Bir çok gidişin ardından avucumda kalanlar bu siliklikten başkası değil. Fakat hiç yanımda olmayan bir gidişin acısını bu kadar içten yaşamamıştım, yaşayacağımı da düşünmezdim. Ne bir anıya sahibim, ne de paylaşılmış bir ortaklığa... Hayır, hayır, hayır... Anlatamadığım çok şeyi paylaşmış olmalıyım ki bu kadar uzak mesafelerin olduğu bir gidişin acısı bu denli yakıyor. Çok zor, çok acımasız bir gidiş.
Gittin, gittiler, gidecekler... Adresini yollar mısın? Ziyaretine gelebilir miyim? Tüm bu soruların bir cevabını olmadığı bir gidiş. İnsanoğlu ölüm diyor buna... Biliyorum ki sonun başlangıcıdır ölüm. İşte en çok da bu yüzden acıyor canım... Çünkü orada asla ne olduğunu bilmiyorum ve asla neyle karşılaşacağımı da bilmiyorum. Yine de dua ediyorum tüm insanlık adına. Biliyorum olduğum yerde durarak bir şeyleri değiştiremem. Lakin inanmak istiyorum bir gün herkesin inanacağına ve inanmak istiyorum her gidişin aslında yeni bir başlangıç olduğuna...
Ölüm diyorum... Ölüm çok zor... Ölüm gözümde yaş... Ölüm en büyük yalnızlık... Ölüm meçhul...
Sizin için bir şarkı bırakıyorum... Jason Walker - Down
Oradan buradan her yerden, biraz yakından biraz uzaktan...İçimden nasıl geliyorsa...Yazmasaydım çıldıracaktım tadında...
28 Aralık 2017 Perşembe
23 Kasım 2017 Perşembe
Cehenneme Dönmenin Kıyısındaki Hayatımız
Hepimizin merak ettiği ve ilgilendiği şeyler vardır şu
hayatta. Hayallerimiz ve içimizin köşelerinde sakladıklarımız da hayata dahil.
Birileri eksildi, birileri arttı, birileri yok oldu. Hayat hep devam etti.
Temelde insanız ve hepimizin farkında olsak da olmasak da bir felsefesi vardır.
Hep şunu derim kendime: ‘Bugün ne kazandın?’ , ‘Başını yastığa koyduğunda
vicdanın rahat mı?’
Soruları çoğaltabilirim, soruların çoğalacağından da eminim.
Sizin de sorularınız ve bu sorunların cevapları bu doğrultuda muhtemel
sorunlarınız var.
Şu durduğum yerden geçmişe bakıyorum aslında bu hep devam
eden bir döngü. Peki, asıl soru ‘Geçmişle birlikle benimle gelen ve bugünümde
de bana eşlik edenler var mı?’
Bir hocam bir keresinde demişti ki ‘Bir elin parmak sayısı
beştir, bir insanın ortalama ömründe hayatında olacak dost sayısı en fazla
ikidir.’ Bu dost kavramının içini dolduralım. Hani vardır ya siz anlatmadan
sizi anlayan, aynı şekilde sizin de anladığınız, kelimelerin, mesafelerin araya
girdiği ama bir şekilde hayatın aranıza giremediği kişiler vardır ya hani,
kavga etseniz birbirinize hakaretleri ardı arkasına sıralasanız bile sonunda
bir tarafın ‘hatalıyım’ demesiyle her şeyi unuttuğunuz… Binlerce kez
iyiliklerini hatırlayıp, kötülüklerini anımsamadığınız, eksiğini kapattığınız,
bir şekilde sevgi dışında karşılık beklemediğiniz. Ömrünüze eklediğiniz,
zamanınızı paylaştığınız hani her şeyin içinde ondan bir tutam kattığınız. Her
şekilde ne ise, nasılsa hayatınızda var ettiğiniz dost dediğiniz o insan var ya
işte, o ya bir kişi ya da iki kişidir.
Ona tutunun onun kıymetini bilin. Eğer onu bulduysanız ki bu zor bir şey
bırakmayın o düşecek olursa siz onun önüne atlayın, üzerinize düşsün. Bu
hayatın bize vereceği en değerli şeylerden biri çünkü…
Gelelim diğer meseleye… Peki, kaç kez etrafınızdaki
insanların sizi boğduğunu hissettiniz, kaç kez sırtınızdan vurulduğunuzu,
ihanete uğradığınızı, yarı yolda bırakıldığınızı… Örnekleri çoğaltabilirim,
örnekleri çoğaltabileceğinizden de eminim. O insanların sayısı iki elin
parmağını geçer, ellerinizi pek çok kez saymak zorunda da kalabilirsiniz. Eğer
öyleyse işe kendinizi sorgulamakla başlayıp, aynadaki yansımanızın riyakar olup
olmadığını öğrenin. Sizde bir sorun yoksa ki bundan yüzde yüz emin olamazsınız
o zaman ya gerçekten bencilleşen insan topluluğunun ortasında kalmışsınız ya da
hayat gerçekten size iyi davranmıyor. Ama bu iyi davranmama durumu yukarıda bahsettiğimiz
dostu bulmuşsanız geçersizdir. Eğer o varsa isterseniz yüzlerce kişi sizi
bıçaklasın onun varlığı milyonlara karşılık gelebilir.
Bir söz der ki: “Hayatınızı cehenneme çevirmek istiyorsanız
bu çok kolay etrafınızdaki insanlardan nefret edin, hayatınızı cennete çevirmek
istiyorsanız bu daha da kolay etrafınızdaki insanları sevin.’
Sevin, bir dost edinin… O zaman hayat daha kolay, yaşamak
daha kolay, insanları anlamak daha kolay… Nefret sizden eksiltir sizi yok eder…
Ama sevgi, hoşgörü, anlayış, insanları olduğu gibi kabul etmek değiştirmemeye
çalışmak, gülmek, gülümsemek bunlar güzel görmeniz için yeterli. Güzel günler
mavi gökyüzünün altında olduğunu bilen insanlar için vardır her daim. Yeryüzüne
takılıp kalanlar ise sadece kararan bulutları görebilirler… Tüm evreni içine
alan gökyüzünden selamlar hepinize. Sevin, sevilin bir dost edinin…
31 Ekim 2017 Salı
Bir Dizi Bir Kitap (Çiçekler Büyük, Chicago Typewriter)
Geçen bir arkadaşım dizi önerdi. Dedi tam senlik bir şey. Yazarlık üzerine. Diziyi bitirdiğimde daktilo almak istedim. Daktilo fiyatlarına baktım vazgeçtim. Evdekilere bu durumdan bahsedince geçen yıl kullanılmıyor diye attık daktiloları dediler. Önümüzdeki doğum günümde böyle bir hediye talep ediyorum. Konudan iyice saptım. Dizi Kore dizisiydi. Adı Chicago Typewriter. Günümüz ile geçmiş arasında gidip geliyordu. 1930'lardaki Kore gerçekten ilgimi çekti. Açıkçası şunu fark ettim. Her ülkenin kendi mücadelesi var. Bu mücadele o ülkelerin insanları için o kadar kutsal ki... Bir grup genç Japon sömürgesine direniyor. Bunu yaparken gizlilik esas. O kadar ince bir plan var fakat hainlerde her yerde... O bir avuç genç başarılı olur veya olmaz mesele bu değil fakat bir kıvılcım zamanla alev olur. Çanakkale ruhu gibi... Kurtuluş Savaşı gibi... Örnekleri çoğaltabiliriz. Küba deriz, Vietnam deriz, Pakistan, Hindistan... Herkesin bir mücadelesi var nihayetinde.
Geçtiğimiz yıllarda da bir kitap okumuştum. Hâlâ en sevdiğim kitaplardan biridir. Çiçekler Büyür, kitabın adı... Kitapta da Türk gençlerinin mücadelesi anlatılıyor. Bu gençlerden biri de Arif. Eğer Arif bir dizide oyuncu olsaydı bu kesinlikle Yoo Ah In'in canlandırdığı o dizideki karakter olurdu. Çiçekler Büyür'de Arif Türklerin bağımsızlık mücadelesindeki liderken, Yoo Ah In de Japon sömürgesine karşı mücadele eden grubun lideridir. İkisinin de amacı bağımsızlık fakat bunu gizli yollardan yapmaları gerekmektedir. Arif Türkleri bir araya toplar ve eğitimle bağımsızlığın olacağına inanır. Kalemle bu iş olur der. Dizi de ise Yoo Ah In kalemin silahtan daha güçlü olduğunu dile getirir. Arif ise bir gün önünüze ölümüzü atarlar. Cesedlerimiz onların işine yaramaz. Sakın ortaya atılmayın niyetleri sizlerin kim olduğunu anlamaktır, der fakat sözü dinlenmez sonrasında ise insanlar hapishanelerde türlü zulümler altında konuşturulmaya çalışılır. Burada ise İlay Arif'i anlar çünkü zamanında sormuştur Arif'e "Neden insanlara her şeyi anlatmıyorsun?" diye. Arif ise şöyle cevap vermiştir "İnsanlar bilmediklerini anlatamaz, sadece bilmeleri gerekeni söylemek de fayda var." Tıpkı Yoo Ah In'in "Bilerek yalan söylemekle bilmediğinden cevap verememek farklıdır." demesi gibi. Diziyi izlemeyen ve kitabı okumayanlar için çok fazla detaya girmeden anlatmak istiyorum bir dizi bir kitabı... Fakat dilim bu kadar dönüyor, kalemim bu kadar yetiyor. Daha çok şey söylemek isterim ama bundan sonrası fazla ileri gitmek olur. Arif'i görmenizi daha çok isterim, ama onu görmek size zor geliyorsa da bu diziyi öneririm. Nasıl ki Arif bildiyse onun başına gelecekleri, Yoo Ah In de bildi sonunun ne olacağını. İki farklı yerde iki gizli grup ve onların bağımsızlık mücadelesi. Adını siz koyun aslında çünkü her toplumun, her insanın var bir hikâyesi. Kimisi kendi özgürlüğünü diledi kimisi "Ben özgür olmayan toprakları neyleyeyim?" dedi. İyi okumalar, iyi seyirler...
Okumak isteyenler için : Çiçekler Büyür
İzlemek isteyenler için: Chicago Typewriter
30 Ekim 2017 Pazartesi
Ay Yüzlü Kız Ayla
Sizleri bilmiyorum ama çokça beklediğim o film sonunda vizyonda. AYLA, gerçek bir hikâyenin ekranlara yansımış hali. Tabii birçok işi gerçek hikâyeyi de bilmiyordur bu film sayesinde keşfedecektir. O kadar çok bekledim ki hemen gidip izledim. İzlemeden önce yorumlara falan da baktım tabii, ağladığını söyleyenlerden, beğenmediğini söyleyene kadar...
Öncelikle değinmek istediğim şey, bu dizide bahsedilen konulardan biri de 1950lerde meydana gelen Kore Savaşı. Bizim filmlerimizde genelde hep savaşlar işlenir. Kanlı sahneler, patlayan silahlar, bombalar. Aslında sadece bizde değil dünyada da bu böyledir. Fakat bu filmin ayırıcı özelliklerinden biri de savaşın arka planındaki hayatlar. Savaş, sadece oradaki siyaset ya da askerlerden ibaret değil ki. Savaş demek anneler, babalar, kardeşler, bekleyen sevgililer, en çok da çocuklarla ilgilidir. Savaşlar olur, ölümler savaşın acı yönüdür. Fakat o ölümleri taşımak zorunda kalanlar, savaştan geriye kalan yıkımla beraber hayatlarını devam ettirmek zorunda. Bu yüzden bu filmi izleyin. Ayla sadece bir kızın değil bir babanın da hikâyesi...
Beklediğime değdi değmesine ama bir şeyler pek içime sinmedi. Bir şeylerin tadı damağımda kaldı izlerken. Türk askerinin merhametini ve sahiplenişini güzel aktarmışlar. Savaşın sıcak elleri yoktur belki lakin insanların elleri sıcaktır. Elinizi neye nasıl uzattığınızla ilgilidir hayat. Bu çerçeveden izleyince güzel bir tat bırakıyor film.
Ali karakterini çok çok sevdim, dilini değil ama neşeli oluşunu sevdim. Süleyman karıncaları beslerken bana da bir şeyler öğretti. İki kadın arasındaki farkı da gözlerimizle gördük. Biri sevdiğine beni ona tercih ettin derken, diğeri gel beraber bulalım diyor. Meselelere nasıl yaklaştığımız ile ilgili her şey. Bu yüzden izleyin, izlettirin...
Ellerinizin sıcaklığının insanların kalplerine dokunduğu zamanlara doğru...
Unutmadan Ayla OSCAR'a aday. Bundan dolayı da bolca destekleyin...

27 Eylül 2017 Çarşamba
CEVAPSIZ MEKTUP
Ne kadar oldu sana yazmayalı. Birkaç dakika, birkaç saat ya da bir gün…
Okuyamadığın; sana ulaşmayan milyonlarca mektuptan biri bu. Senden uzakta her gün yazdığım ama göndermeye cesaret edemediğimden yatağımın altındaki kutuda sakladığım mektuplarına bir tane daha ekleniyor bu gece… Bu sefer cesaret ederde sana ulaştırabilirsem eğer, tek tek oku oku isterim her cümleyi.
Senin bana ayıracak birkaç saatin var mı bilemem ama benim sana harcayacağım bir ömrüm var. Zaten elimde bir o var. Nerede kalmıştım; eline geçerse diyordum okursan eğer bana kızma olur mu? Seni çok sevdim ben ama bilirsin içinde fırtınalar kopsa da adım atacak halin olmaz. Ne konuşabilirsin ne anlatabilirsin içindekileri… Sadece elin kolun bağlı, susar izlersin olan bitenleri.
Âşık olduğun kıza nasıl sarıldığını gördüm. Sen görmedin beni belki ama ben uzaktan gözlerim dolarak izledim sizi. Seni çok seviyordur umarım. Bu yazdıklarım ya da yazacaklarımı söylemem ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorum ama yazıyorum işte. Yanlışsa da affet olur mu?
Benim bir şansım olacağını bilsem bir saniye durmam koşardım sana. İhtimaller ve olasılıksızlar… Özür dilerim, gözyaşlarıyla ıslanan bu kâğıda seni daha çok anlatmak isterdim. Kelimelerim nefessiz kaldı. Bu gece bir umut daha ölmeli karanlığımda. Umutlarım daha da can alıcı bir şekilde ayrılmalı benden. Bir sonraki mektubuna şimdiden hazırlanıyorum. Kaç umut daha ölürse son bulur bu gece? Bilemiyorum ama benim için çok önemli olan bu günde yanında olamadığım için üzülüyorum birazda.
Yanımda değilsin, yanında değilim. Bir yerlerde varsın ama. Gözlerime bakma sen, varlığın beni gerçekten çok mutlu ediyor. Seni kaybettiğimi sanırken Gökyüzünde buldum seni. Meğer hep oradaymışsın.Seni görmek için gözlerimi kapatmaya gerek kalmıyor artık. Bakışlarım hep orada zaten. Gökyüzünde.
Gökyüzü olmasa hayat var olamazdı. Gökyüzü olmasa her şey yerle bir olurdu. O yüzden iyi ki varsın. Daha önce de dediğim gibi; seni tanıdığıma ve seninle ilgili herhangi bir şeye pişmanlığım hiç olmadı, olmayacak da. Benim için hep ‘iyi ki’ olarak kalacaksın. Hayatıma çok fazla şey kattın. Bunlar için yine yeniden teşekkür ederim ve yanlış bir şey söylediysem de tekrardan özür dilerim.
İyi ki doğdun🎈.Nice yıllara Gökyüzü’m☁.
Yazan: Rüm
Dipnot: Değerli birinin cevapsız kalacağını düşündüğü mektubu buradan yayımlamaya karar verdim. Cevap gelir mi bilemiyorum lakin birileri okur ve belki cevapsız kalan mektuplar yeniden gün yüzüne çıkar. Umarım bu mektup sahibinin kapısını da çalar. Sevgiyle kalın...
Okuyamadığın; sana ulaşmayan milyonlarca mektuptan biri bu. Senden uzakta her gün yazdığım ama göndermeye cesaret edemediğimden yatağımın altındaki kutuda sakladığım mektuplarına bir tane daha ekleniyor bu gece… Bu sefer cesaret ederde sana ulaştırabilirsem eğer, tek tek oku oku isterim her cümleyi.
Senin bana ayıracak birkaç saatin var mı bilemem ama benim sana harcayacağım bir ömrüm var. Zaten elimde bir o var. Nerede kalmıştım; eline geçerse diyordum okursan eğer bana kızma olur mu? Seni çok sevdim ben ama bilirsin içinde fırtınalar kopsa da adım atacak halin olmaz. Ne konuşabilirsin ne anlatabilirsin içindekileri… Sadece elin kolun bağlı, susar izlersin olan bitenleri.
Âşık olduğun kıza nasıl sarıldığını gördüm. Sen görmedin beni belki ama ben uzaktan gözlerim dolarak izledim sizi. Seni çok seviyordur umarım. Bu yazdıklarım ya da yazacaklarımı söylemem ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorum ama yazıyorum işte. Yanlışsa da affet olur mu?
Benim bir şansım olacağını bilsem bir saniye durmam koşardım sana. İhtimaller ve olasılıksızlar… Özür dilerim, gözyaşlarıyla ıslanan bu kâğıda seni daha çok anlatmak isterdim. Kelimelerim nefessiz kaldı. Bu gece bir umut daha ölmeli karanlığımda. Umutlarım daha da can alıcı bir şekilde ayrılmalı benden. Bir sonraki mektubuna şimdiden hazırlanıyorum. Kaç umut daha ölürse son bulur bu gece? Bilemiyorum ama benim için çok önemli olan bu günde yanında olamadığım için üzülüyorum birazda.
Yanımda değilsin, yanında değilim. Bir yerlerde varsın ama. Gözlerime bakma sen, varlığın beni gerçekten çok mutlu ediyor. Seni kaybettiğimi sanırken Gökyüzünde buldum seni. Meğer hep oradaymışsın.Seni görmek için gözlerimi kapatmaya gerek kalmıyor artık. Bakışlarım hep orada zaten. Gökyüzünde.
Gökyüzü olmasa hayat var olamazdı. Gökyüzü olmasa her şey yerle bir olurdu. O yüzden iyi ki varsın. Daha önce de dediğim gibi; seni tanıdığıma ve seninle ilgili herhangi bir şeye pişmanlığım hiç olmadı, olmayacak da. Benim için hep ‘iyi ki’ olarak kalacaksın. Hayatıma çok fazla şey kattın. Bunlar için yine yeniden teşekkür ederim ve yanlış bir şey söylediysem de tekrardan özür dilerim.
İyi ki doğdun🎈.Nice yıllara Gökyüzü’m☁.
Yazan: Rüm
Dipnot: Değerli birinin cevapsız kalacağını düşündüğü mektubu buradan yayımlamaya karar verdim. Cevap gelir mi bilemiyorum lakin birileri okur ve belki cevapsız kalan mektuplar yeniden gün yüzüne çıkar. Umarım bu mektup sahibinin kapısını da çalar. Sevgiyle kalın...
3 Temmuz 2017 Pazartesi
DİKENLER BATIYOR CANIMA
Kalbim...
Çarpıyor.
Her çarpışında,
Can kırıkları
Batıyor, batıyor.
Nefes almak
Zor, acıyor.
Can kırıkları diyorum,
Gül değilim ki,
Dikenlerim yok.
Bülbül gelsin,
Konsun dalıma...
Can kırıkları
Ayaklarımı parçalıyor
Hüzün bulutu
Ağırlaşıyor gökyüzünde
Can kırıkları
Batıyor, batıyor
Gül olmadım ki
Bülbüle hakkım yok
Hüzün bulutu
Kararıyor, kararıyor
Dünya başıma yıkılıyor
Dikenleri olan gül olmadığım için
Can kırıkları
Batıyor, batıyor
Kalbim...
Can çekişiyor
Nefes alamıyorum!
Çarpıyor.
Her çarpışında,
Can kırıkları
Batıyor, batıyor.
Nefes almak
Zor, acıyor.
Can kırıkları diyorum,
Gül değilim ki,
Dikenlerim yok.
Bülbül gelsin,
Konsun dalıma...
Can kırıkları
Ayaklarımı parçalıyor
Hüzün bulutu
Ağırlaşıyor gökyüzünde
Can kırıkları
Batıyor, batıyor
Gül olmadım ki
Bülbüle hakkım yok
Hüzün bulutu
Kararıyor, kararıyor
Dünya başıma yıkılıyor
Dikenleri olan gül olmadığım için
Can kırıkları
Batıyor, batıyor
Kalbim...
Can çekişiyor
Nefes alamıyorum!
18 Haziran 2017 Pazar
Tiyatro Bitti Beklemeye Lüzum Görmüyorum
Burası benim saham. Baştan beri hep yazıp, kendi oyunumu oynayacağım bir saham olsun istedim. Fakat bu oyunda kurmaca metinlerin yanında gerçeği anlatan metinler de var oldu. Bakınız Mesleğimizin İlk Fragmanı bu gerçeklerden bir tanesi. Şimdi son mudur bilmem ama bir gerçeğimi daha siz değerli okuyucularla paylaşmak istiyorum. Üniversite hayatımın sonuna gelmiş olmanın mutluluğunu yaşamaktayım. Lise en güzel çağdır derler. Mutlaka öyledir. Çünkü gerçek bir samimiyeti paylaşıyorsunuz, insanlar çirkefse bile o çirkefliği henüz su üstüne çıkmamış oluyor. Belki bunun nedeni lise de az insanın olması, dışlanma korkusu falandır, bir tanı koyamayacak kadar tecrübesizim bu konuda. Şayet çok harika bir lise hayatım da olmadı. En net hatırladığım lise repliği "Sen kendi doğrularını insanlara kabul ettirmeye çalışıyorsun." cümlesidir. Lise 3.sınıftayken sağ tarafta ikinci sırada oturan arkadaşım demişti. O zaman da bir samimiyeti paylaşmadık ki şimdilerde görüşmüyoruz bile. Gelelim asıl meseleye. Niye liseden bahsettim? Çünkü lise bir geçiş. Bir basamak orada sen büyüyorsun ya hani kendini bir şey zannediyorsun falan, ben oldum diyorsun. Ben söyleyeyim hiçbir şey olmuyorsun. Üniversiteye gidince daha iyi anlıyor bunu insan. Büyük bir ihtimalle yıllar sonra da şunu diyeceğim iş hayatına girince daha iyi anlıyor insan. Sanki yaşımıza her yaş eklendiğinde insanlığımızdan bir şey kaybediyoruz. Ya da tecrübe dediğimiz kavram bize şunu öğretiyor 'insanlar seni sömürebileceği bir obje olarak görüyor, kişiye göre muamele et, al gülüm ver gülüm yaşa.'
Şimdi isim isim yazmak istiyorum buraya hani olur da ilerde karşınıza çıkarsa bu insanlar bir önlem alın diye. Fakat sonra düşündüm ki herkesin doğrusu kendisine ya hani belki bana kötü gelen insanlar size iyi gelecektir. Fakat ben isim vermeden yine yazayım. Siz etrafınızda o tarz bir kişilikle karşılaşırsanız tedbir alırsınız.
Üniversitede binbir çeşit insan mevcuttur. Kişiler genelde de kendilerine benzeyen ya da ben bunu nasıl sömürürüm diye düşündüğü kişilerle arkadaş olur. Bir de kendine has tarzları olanlar vardır. Bir yerden başlayayım. Bu arada bu tamamen öznel bir yazı. Benim kendi fikirlerim dışında hiçbir nesnelliği yoktur. Araya bir kamu spotu da yerleştirdiğime göre devam edebilirim. Şimdi ilk gittik okula daha birinci sınıfız. Köyden indim şehre modunda takılıyoruz. Yanında güvendiğin(!) insanlar var vs. İşin iyi tarafı kimse kimseyi tanımıyor herkes tanışmaya çalışıyor kafa dengi birilerini bulman gerek çünkü birçoğumuz ailesinden ayrılmış gelmiş saf(!) Anadolu çocuğu. Sohbet muhabbet derken bir yılı tamamlıyorsun. 30 kişilik sınıfta 100 kişilik grup varyantlarıyla. Bu evrede insan tanımaya başlıyorsun. Sınav haftasında not istemeye gelen samimi dostlarımızdan tutun bir iş olduğunda hiçbir sorumluluğa el atmayanına kadar. İşin garip yanı ki ben bunu hâlâ anlamam. Şimdi gruplar var siz de bir gruptasınız çünkü böyle olmak zorunda, yalnız koyunu kurt yer misali, diğer gruplardan biriyle bir sorununuz var bu da olabilir normal yani herkes anlaşmak zorunda değil. Sorununuz olan kişinin grubundaki herkesin düşmanı oluyorsunuz. Bunu yapan insanlar bu arada Türkiye'nin %1'lik dilimindeki bireyler. Düşünün %1'lik dilim böyleyse gerisinin halini. Objektif bir insan şunu bilir benim o bireyle sorunum var onun danışma grubuyla değil. Bu hem ironik hem de komiktir ve mutlaka karşılaşacağınız bir durumdur. Sonra kız avlama yeri olarak üniversiteyi algılayan arkadaşlar var, onlara sesleniyorum kadınlar obje değildir, siz istediğiniz de gelip siz istemediğinizde atabileceğiniz eşyalar değiller. İşin daha acı yanı bu erkeklerin kız versiyonları da var. Erkekler de obje değildir. Temelde insanız hepimiz. İnsanca insan gibi yaşamalıyız. Çok zor bir şey olmalı insanın herhalde insana saygı duyması. Samimiyetsiz samimiler de tuzu biberi bu işin. Sadece çıkar sağlayacağı kişileri seçerler, gerekli gördükleri zamanlarda "canım, çiğerim, böceğim" moduna girerler -ki bence bunlar üniversitedeki en tehlikeli tipler- işleri bittiğinde direkt bir mesafe koyarlar. Böyle değişik tipler mevcuttur. Ne kadar yazarsam yazayım yaşamadan öğrenemeyeceksiniz. O yüzden mutlaka bir üniversite okuyun, kendiniz tecrübe edin. Benim söyleyeceğim en net şey, siz sadece siz olun birilerine yağ çekmek, birilerini kullanmak, inanları sömürmek gibi çabaların içine girmeyin. Bu o zaman diliminde size karlı gözükebilir fakat hayatınızın devamında sizinle birlikte yürüyecek insanlar kazanmıyorsunuz.
Gelelim asıl meseleye ben Gazi Üniversite'sinde okudum. Böyle cadı kazanının döndüğü saçma sapan bir bürokrasinin işlediği başka bir okul var mı bilmiyorum? Net bir şey söylemek gerekirse okulda statü artıkça insani özellikler düşüyor. İlk sene saf saf her dediklerine inanıyor, diyorsun ki ben çok iyi bir okuldayım harika şeyler öğreneceğim, harika hocalarım var -gerçekten az da olsa harika hocalar var- ama zaman ilerledikçe kimin eli kimin cebinde, kim kiminle neyin peşinde bunları gördükçe okuldan da vereceği eğitimden de soğuyor insan. Siz siz olun Gazi'yi tercih edecekseniz okulda okumuş 1500 kişiye sorun 1499'u gelin derse tercih edersiniz. Gazi ayrıcalıktır, şeklinde bir slogana sahip bu okul evet, eğitim noktasında kesin bir ayrıcalığı var fakat geri kalan her şey başta insanlık olmak üzere Gazi pişmanlıktır. Sloganın geçirdiği evrimi de bu sayede öğrenmiş oldunuz.
Ben aksiyon arıyorum, rahat batıyor bana Allah belamı versin istiyorum diyorsunuz buyrun gelin arkadaşlar. Tek bir artısını söylemek istiyorum gerçekten öğreniyorsunuz bir şeyleri.
Kendime dönecek olursam, çok fazla arkadaş edinmemeye çalıştım. Baştan beri olan tam olsun o olsun mantığıyla hareket ettim. Değişen gruplarım buna rağmen oldu. Fakat sabit kalan insanlar hayatımda çoğunlukta oldu. Bu beni en çok mutlu eden şey çünkü biliyorum ki o insanlar hayatımda var olmaya devam edecek. Fakat bu okuldan hayatında samimi olarak olmaya devam edecek insanlara sahip olmadan mezun olanlar var, başta aynı yolu yürüyüp sizi yarı yolda bırakan insanlar var. Bu insanlar riskli çünkü seni yarı yolda bırakan başkasını neden bırakmasın? Net hakkınızı helal etmeyeceğiniz kişilerle de tanışacaksınız. Kısacası üniversite de çok şey öğreneceksiniz. Mesela en çok ne üzecek sizi biliyor musunuz? Eğer biraz insani yanınız varsa o zaman üzer bunu da belirteyim. Bir zamanlar aynı kaptan yemek yediğiniz insanların bir anda bütün iyiliklerinizi unutup sizi en nefret ettiği obje haline dönüştürüp bütün kinini sizin üzerinizde yaşaması. En çok ne güldürecek bunu da söyleyeyim, tabloya baktığınızda kişilerin yan yana durduğu son karedekileri gördüğünüz de 'Kimler kimlerle beraber.' cümlesini kurduğunuz o an. Tabi burada çuvaldızı kendinize de batırmanız gerekiyor. Son karenizde sizin yanınızda bulunan kişiler yıllarca beraber olduklarınız mı yoksa kısa zamanda yanında durduklarınız mı? Bu soru önemli!
Sonuç olarak ben kendi doğruları olan ve bu doğrulara inanan bir insanım. Bunu hiçbir zaman reddetmedim. Fakat bu cümle bana hakaret olarak aktarıldığı o zaman dilimini de hiçbir zaman unutmadım. Benim iyidir veya kötüdür bir karakterim var ve bu karakterim kişilere göre şekil almadı. Birini sevmiyorsam sevmiyorum yalandan gidip yüzüne gülüp aşkım böceğim demeye gerek yok. O kişi de zaten biliyor sizin onu sevmediğinizi neden yalandan bir samimiyeti paylaşalım ki? Bu beni kötü biri yapacaksa evet ben berbat bir kişiyim ve berbat bir kişiliğe sahibim. Çünkü insanlar onları eleştirenleri değil onların yüzüne sahte gülücükler atıp onları öven, yüceltenleri tercih ediyor. Bu hayatın kurallarından bir tanesi. Fakat bu insanlar şunu da yapmayı ihmal etmiyor sizleri sonuna kadar eleştiriyor hatta bazen hakaret bile ediyor, çocukça sosyal mecralardan laf sokma çabalarına varan hareketlerde bulunuyor ama sizin yaptığınız tek bir paylaşım onun yaptığı onlarca paylaşımın 1000 katı gibi algılanıyor böyle lanse ediliyor. Çok şey görecek çok şey yaşayacaksınız. En çok da nefret bakışları yiyeceksiniz. Hatta öyle bir olacak ki elinize para üstü verirken bile sanki bir pisliğe bakar gibi bakacaklar. Ama tüm bunları yapan kişiler masum, samimi, güler yüzlü, cana yakın herkesin sevdiği, herkesi seven ama size sevgisi nedense olmayan kişiler olacak. Her türlüsü olacak insanın. Siz siz olun dost kazanmaya bakın. İnsanlara karşılık beklemeden bir şeyler verin, sevgiyi paylaşın mesela. Arkadaşınızı derslerinizin arkasına bırakmayın. O sizin derdinizi bir dinliyorsa siz on dinleyin. Fedakarlık edin, ondan ya da onlardan hemen vazgeçmeyin. İyilikleri hatırlayın kötü olanları bir kenara bırakın. Siz sadece siz olun, sizi siz olduğunuz için sevenlerle birlikte olun. İnsanların istediği kabın şeklini almayın. Size siz olduğunuz için değer verenlerle yürüyün ve ben iyi dostlar biriktirdim diyebilin. Sağlıcakla kalın. Bir de hakkınız eğer kalmışsa birilerinde mutlaka birilerinin de hakkı vardır siz de helal edin gitsin. Bu dünyada uğraştığınız yetmiyormuş gibi öteki tarafta da karşınıza çıkmasın.
Bu da benden size gelsin: Sen kibritin hiç yanmayan ucunda birinin hayatından geçmiş oldun.
-İyi dostlar biriktirdim, hepsi ailem oldu.
Şimdi isim isim yazmak istiyorum buraya hani olur da ilerde karşınıza çıkarsa bu insanlar bir önlem alın diye. Fakat sonra düşündüm ki herkesin doğrusu kendisine ya hani belki bana kötü gelen insanlar size iyi gelecektir. Fakat ben isim vermeden yine yazayım. Siz etrafınızda o tarz bir kişilikle karşılaşırsanız tedbir alırsınız.
Üniversitede binbir çeşit insan mevcuttur. Kişiler genelde de kendilerine benzeyen ya da ben bunu nasıl sömürürüm diye düşündüğü kişilerle arkadaş olur. Bir de kendine has tarzları olanlar vardır. Bir yerden başlayayım. Bu arada bu tamamen öznel bir yazı. Benim kendi fikirlerim dışında hiçbir nesnelliği yoktur. Araya bir kamu spotu da yerleştirdiğime göre devam edebilirim. Şimdi ilk gittik okula daha birinci sınıfız. Köyden indim şehre modunda takılıyoruz. Yanında güvendiğin(!) insanlar var vs. İşin iyi tarafı kimse kimseyi tanımıyor herkes tanışmaya çalışıyor kafa dengi birilerini bulman gerek çünkü birçoğumuz ailesinden ayrılmış gelmiş saf(!) Anadolu çocuğu. Sohbet muhabbet derken bir yılı tamamlıyorsun. 30 kişilik sınıfta 100 kişilik grup varyantlarıyla. Bu evrede insan tanımaya başlıyorsun. Sınav haftasında not istemeye gelen samimi dostlarımızdan tutun bir iş olduğunda hiçbir sorumluluğa el atmayanına kadar. İşin garip yanı ki ben bunu hâlâ anlamam. Şimdi gruplar var siz de bir gruptasınız çünkü böyle olmak zorunda, yalnız koyunu kurt yer misali, diğer gruplardan biriyle bir sorununuz var bu da olabilir normal yani herkes anlaşmak zorunda değil. Sorununuz olan kişinin grubundaki herkesin düşmanı oluyorsunuz. Bunu yapan insanlar bu arada Türkiye'nin %1'lik dilimindeki bireyler. Düşünün %1'lik dilim böyleyse gerisinin halini. Objektif bir insan şunu bilir benim o bireyle sorunum var onun danışma grubuyla değil. Bu hem ironik hem de komiktir ve mutlaka karşılaşacağınız bir durumdur. Sonra kız avlama yeri olarak üniversiteyi algılayan arkadaşlar var, onlara sesleniyorum kadınlar obje değildir, siz istediğiniz de gelip siz istemediğinizde atabileceğiniz eşyalar değiller. İşin daha acı yanı bu erkeklerin kız versiyonları da var. Erkekler de obje değildir. Temelde insanız hepimiz. İnsanca insan gibi yaşamalıyız. Çok zor bir şey olmalı insanın herhalde insana saygı duyması. Samimiyetsiz samimiler de tuzu biberi bu işin. Sadece çıkar sağlayacağı kişileri seçerler, gerekli gördükleri zamanlarda "canım, çiğerim, böceğim" moduna girerler -ki bence bunlar üniversitedeki en tehlikeli tipler- işleri bittiğinde direkt bir mesafe koyarlar. Böyle değişik tipler mevcuttur. Ne kadar yazarsam yazayım yaşamadan öğrenemeyeceksiniz. O yüzden mutlaka bir üniversite okuyun, kendiniz tecrübe edin. Benim söyleyeceğim en net şey, siz sadece siz olun birilerine yağ çekmek, birilerini kullanmak, inanları sömürmek gibi çabaların içine girmeyin. Bu o zaman diliminde size karlı gözükebilir fakat hayatınızın devamında sizinle birlikte yürüyecek insanlar kazanmıyorsunuz.
Gelelim asıl meseleye ben Gazi Üniversite'sinde okudum. Böyle cadı kazanının döndüğü saçma sapan bir bürokrasinin işlediği başka bir okul var mı bilmiyorum? Net bir şey söylemek gerekirse okulda statü artıkça insani özellikler düşüyor. İlk sene saf saf her dediklerine inanıyor, diyorsun ki ben çok iyi bir okuldayım harika şeyler öğreneceğim, harika hocalarım var -gerçekten az da olsa harika hocalar var- ama zaman ilerledikçe kimin eli kimin cebinde, kim kiminle neyin peşinde bunları gördükçe okuldan da vereceği eğitimden de soğuyor insan. Siz siz olun Gazi'yi tercih edecekseniz okulda okumuş 1500 kişiye sorun 1499'u gelin derse tercih edersiniz. Gazi ayrıcalıktır, şeklinde bir slogana sahip bu okul evet, eğitim noktasında kesin bir ayrıcalığı var fakat geri kalan her şey başta insanlık olmak üzere Gazi pişmanlıktır. Sloganın geçirdiği evrimi de bu sayede öğrenmiş oldunuz.
Ben aksiyon arıyorum, rahat batıyor bana Allah belamı versin istiyorum diyorsunuz buyrun gelin arkadaşlar. Tek bir artısını söylemek istiyorum gerçekten öğreniyorsunuz bir şeyleri.
Kendime dönecek olursam, çok fazla arkadaş edinmemeye çalıştım. Baştan beri olan tam olsun o olsun mantığıyla hareket ettim. Değişen gruplarım buna rağmen oldu. Fakat sabit kalan insanlar hayatımda çoğunlukta oldu. Bu beni en çok mutlu eden şey çünkü biliyorum ki o insanlar hayatımda var olmaya devam edecek. Fakat bu okuldan hayatında samimi olarak olmaya devam edecek insanlara sahip olmadan mezun olanlar var, başta aynı yolu yürüyüp sizi yarı yolda bırakan insanlar var. Bu insanlar riskli çünkü seni yarı yolda bırakan başkasını neden bırakmasın? Net hakkınızı helal etmeyeceğiniz kişilerle de tanışacaksınız. Kısacası üniversite de çok şey öğreneceksiniz. Mesela en çok ne üzecek sizi biliyor musunuz? Eğer biraz insani yanınız varsa o zaman üzer bunu da belirteyim. Bir zamanlar aynı kaptan yemek yediğiniz insanların bir anda bütün iyiliklerinizi unutup sizi en nefret ettiği obje haline dönüştürüp bütün kinini sizin üzerinizde yaşaması. En çok ne güldürecek bunu da söyleyeyim, tabloya baktığınızda kişilerin yan yana durduğu son karedekileri gördüğünüz de 'Kimler kimlerle beraber.' cümlesini kurduğunuz o an. Tabi burada çuvaldızı kendinize de batırmanız gerekiyor. Son karenizde sizin yanınızda bulunan kişiler yıllarca beraber olduklarınız mı yoksa kısa zamanda yanında durduklarınız mı? Bu soru önemli!
Sonuç olarak ben kendi doğruları olan ve bu doğrulara inanan bir insanım. Bunu hiçbir zaman reddetmedim. Fakat bu cümle bana hakaret olarak aktarıldığı o zaman dilimini de hiçbir zaman unutmadım. Benim iyidir veya kötüdür bir karakterim var ve bu karakterim kişilere göre şekil almadı. Birini sevmiyorsam sevmiyorum yalandan gidip yüzüne gülüp aşkım böceğim demeye gerek yok. O kişi de zaten biliyor sizin onu sevmediğinizi neden yalandan bir samimiyeti paylaşalım ki? Bu beni kötü biri yapacaksa evet ben berbat bir kişiyim ve berbat bir kişiliğe sahibim. Çünkü insanlar onları eleştirenleri değil onların yüzüne sahte gülücükler atıp onları öven, yüceltenleri tercih ediyor. Bu hayatın kurallarından bir tanesi. Fakat bu insanlar şunu da yapmayı ihmal etmiyor sizleri sonuna kadar eleştiriyor hatta bazen hakaret bile ediyor, çocukça sosyal mecralardan laf sokma çabalarına varan hareketlerde bulunuyor ama sizin yaptığınız tek bir paylaşım onun yaptığı onlarca paylaşımın 1000 katı gibi algılanıyor böyle lanse ediliyor. Çok şey görecek çok şey yaşayacaksınız. En çok da nefret bakışları yiyeceksiniz. Hatta öyle bir olacak ki elinize para üstü verirken bile sanki bir pisliğe bakar gibi bakacaklar. Ama tüm bunları yapan kişiler masum, samimi, güler yüzlü, cana yakın herkesin sevdiği, herkesi seven ama size sevgisi nedense olmayan kişiler olacak. Her türlüsü olacak insanın. Siz siz olun dost kazanmaya bakın. İnsanlara karşılık beklemeden bir şeyler verin, sevgiyi paylaşın mesela. Arkadaşınızı derslerinizin arkasına bırakmayın. O sizin derdinizi bir dinliyorsa siz on dinleyin. Fedakarlık edin, ondan ya da onlardan hemen vazgeçmeyin. İyilikleri hatırlayın kötü olanları bir kenara bırakın. Siz sadece siz olun, sizi siz olduğunuz için sevenlerle birlikte olun. İnsanların istediği kabın şeklini almayın. Size siz olduğunuz için değer verenlerle yürüyün ve ben iyi dostlar biriktirdim diyebilin. Sağlıcakla kalın. Bir de hakkınız eğer kalmışsa birilerinde mutlaka birilerinin de hakkı vardır siz de helal edin gitsin. Bu dünyada uğraştığınız yetmiyormuş gibi öteki tarafta da karşınıza çıkmasın.
Bu da benden size gelsin: Sen kibritin hiç yanmayan ucunda birinin hayatından geçmiş oldun.
-İyi dostlar biriktirdim, hepsi ailem oldu.
9 Mayıs 2017 Salı
Gün Gecenin Ölümüdür
Gün gecenin ölümüdür. Böyle başlamıştı şarkı. Ben gökyüzünü izliyordum. Hiç yıldız yoktu. Kafamın içindeki binlerce yıldızı hiç üşenmeden tek tek astım gökyüzüne. Yetmiyordu hayallerimi aydınlatmaya. Bir ay lazımdı, böyle en dolusundan böyle en tamından. Ama ay hiç tam olmadı, olmazdı da... Her gün eksiliyordu satırlarım, her gün yeniden kararıyordu hava. Yıldızlara bir şey olmuştu. Yıldızlar küsmüştü sanki gökyüzüne. Sisli bir fırtınaya bırakmış kendini tüm yalnızlığıyla ay! Ne yaptın dünya yıldızlarıma? Niye yaptın bunu aya? Dursaydın, dönmeseydin, akmasaydı zaman, kopmasaydı fırtına... Neden, neden, neden sen değil de yıldızlarım kayboldu? Ayı bana geri ver dünya, bu yangın içimi kavuruyor ona ihtiyacım var. Tüm evrenin yalnızlığını üzerime alınmış ruhumun ona ihtiyacı var! Bana bunu niye yaptın? Gün geceden bir şeyleri çalmak zorundaydı sanki çünkü biliyordu gecenin şahidi yoktu. Gecenin şahidi ay yok olmuştu...
20 Nisan 2017 Perşembe
GÜN BATIMI
Gökyüzü gün batımına boyandı. Şimdi ne gecedeyim ne de gündüzde. Belirsiz bir zamanda sıkışıp kaldım. Sensizlik de böyle işte.
Birazdan kararacak hava ve inecek gözüme karanlığın perdesi. İstemsizce binbir düşünceye dalacağım ve yine karanlık geceyi terk edene kadar özleyeceğim seni.
Gün aydınlanacak ışıltıdan gözlerim kamaşacak, göremeyecek hiçbir şeyi ve ben özlemeye devam edeceğim. Özleyeceğim, özleyeceğim, özleyeceğim...
Gün batımı gelecek kapıma, renklerini göreceğim turuncu ve mor arasında gidip gelecek gökyüzü. O zaman anlayacağım "Sensizlik böyle işte!" diyeceğim. Her anın adını "sensizlik" koyacağım. Gözümde akan bir damla yaş ya da kulağımda duyduğum bir fısıltı olacaksın. Yüzünü hatırlamayacağım mesela fakat gözlerini çizebileceğim gökyüzüne. Birkaç gün belki birkaç yıl sonra anlamını yitirecek gün batımı.Sensizliğin yerini bir başka sen alacak. Değişmeyecek tek şey turuncu ve mor arasında kalan senin gözlerin. Sen o anda sıkışıp kalacaksın ve o an şimdi anlamını yitirmiş olacak.
Birazdan kararacak hava ve inecek gözüme karanlığın perdesi. İstemsizce binbir düşünceye dalacağım ve yine karanlık geceyi terk edene kadar özleyeceğim seni.
Gün aydınlanacak ışıltıdan gözlerim kamaşacak, göremeyecek hiçbir şeyi ve ben özlemeye devam edeceğim. Özleyeceğim, özleyeceğim, özleyeceğim...
Gün batımı gelecek kapıma, renklerini göreceğim turuncu ve mor arasında gidip gelecek gökyüzü. O zaman anlayacağım "Sensizlik böyle işte!" diyeceğim. Her anın adını "sensizlik" koyacağım. Gözümde akan bir damla yaş ya da kulağımda duyduğum bir fısıltı olacaksın. Yüzünü hatırlamayacağım mesela fakat gözlerini çizebileceğim gökyüzüne. Birkaç gün belki birkaç yıl sonra anlamını yitirecek gün batımı.Sensizliğin yerini bir başka sen alacak. Değişmeyecek tek şey turuncu ve mor arasında kalan senin gözlerin. Sen o anda sıkışıp kalacaksın ve o an şimdi anlamını yitirmiş olacak.
06/10/2015
22 Mart 2017 Çarşamba
İçim Ölüyor
Özledim, dedi adam. Cevap alamadı. Sesizce baktı kadının gözlerine. Ağlayacaktı, yakışmazdı adamlığına ağlamadı. Diz çökse kalırdı belki kadın. Gururu el vermedi. Üzerine düşeni yapmıştı. Özledim demiş, neşterden bozma bir yalnızlıkla özlemişti. Yutkundu, söylemek istediklerini bir bir yuttu. Baktı kadının gözlerine, uzun uzun ve derin... Kadın oralı olmadı. Gitmeyi koymuştu kafasına. Anladı adam ne yapsa boşuna. Seviyordu, hatta onun yerine de seviyordu. Ama kadın anlamadı, belki anlamak istemedi. Aklında başka bir adamın şiiri dolaşıyordu. Karşısında duran adam değildi istediği. Bilmiyor, karşısındaki adamın içi ölüyordu. Ruhu bedenine ağır geliyor, taşıyamıyordu. Hayat ve ölüm kıskacında sıkışıp kalmıştı. Sevmiyordu adeta onu yaşıyor, onunla yaşamak istiyordu. Ama sevginin karşılığı yoksa tüm bu isteklerin bir önemi de yoktu.
Döndü arkasını kadına, kapadı gözlerini, arkasına bakmadan yürüyecekti birazdan. Çekip gidecekti... Nereye gideceğini bilmiyordu sadece gidecekti. Açmadı gözlerini, açarsa dönüp bakardı arkasına. İlk adımını attı, yeni yürümeyi öğrenmiş gibi her an düşecekmiş gibi bir adım. İkinci adımını attı derken bir el dokundu sırtına, içine umut tohumunu o saniyede serpen bir el. Ama açmadı gözlerini, inanmak istemedi. Bir ses geldi kulağına, kalbi sıkıştı, bayılacak gibi oldu. Yine de açmadı gözlerini. "Üzgünüm." çok kısa ve net bir cümleydi. Yeşeren umut tohumunu aniden kömürün siyahına döndürmüştü. Ayakları titriyordu, kontrol edemiyordu bedenini çünkü ruhu ağır geliyordu ona, içi ölmüştü. Burnunda bir çürük kokusu. Sanki et yanar da pis bir konu sarar her yanı sonra çürümeye başlar. Fakat bunların hepsi zaman alırdı ama onun çürük kokusu aniden çıktı ortaya. Ölen içi çürüyordu. Yürüdü adam, arkasına bakmadan yürüdü. Bakarsa ağlardı, bakarsa dizlerinin üzerine çökerdi, gururu el vermedi ve kimse bir daha o adamı görmedi... Bir rüya gibi geldi ve geçti. Bir kadın vardı, onu çok seven bir de adam... Kadın anlamadı ya da adam anlatamadı, bir hikâyenin daha satırlarına kara bir çalı yazıldı.
Döndü arkasını kadına, kapadı gözlerini, arkasına bakmadan yürüyecekti birazdan. Çekip gidecekti... Nereye gideceğini bilmiyordu sadece gidecekti. Açmadı gözlerini, açarsa dönüp bakardı arkasına. İlk adımını attı, yeni yürümeyi öğrenmiş gibi her an düşecekmiş gibi bir adım. İkinci adımını attı derken bir el dokundu sırtına, içine umut tohumunu o saniyede serpen bir el. Ama açmadı gözlerini, inanmak istemedi. Bir ses geldi kulağına, kalbi sıkıştı, bayılacak gibi oldu. Yine de açmadı gözlerini. "Üzgünüm." çok kısa ve net bir cümleydi. Yeşeren umut tohumunu aniden kömürün siyahına döndürmüştü. Ayakları titriyordu, kontrol edemiyordu bedenini çünkü ruhu ağır geliyordu ona, içi ölmüştü. Burnunda bir çürük kokusu. Sanki et yanar da pis bir konu sarar her yanı sonra çürümeye başlar. Fakat bunların hepsi zaman alırdı ama onun çürük kokusu aniden çıktı ortaya. Ölen içi çürüyordu. Yürüdü adam, arkasına bakmadan yürüdü. Bakarsa ağlardı, bakarsa dizlerinin üzerine çökerdi, gururu el vermedi ve kimse bir daha o adamı görmedi... Bir rüya gibi geldi ve geçti. Bir kadın vardı, onu çok seven bir de adam... Kadın anlamadı ya da adam anlatamadı, bir hikâyenin daha satırlarına kara bir çalı yazıldı.
2 Mart 2017 Perşembe
Zamanın Elleri
14/03/2016
Ölümün sessiz çığlığı kapladı her yanımı. Bir kez daha düştüm boşluğun en sonsuzuna. Ölümün yanına koydum yalnızlığı, oturduk sohbet ettik. Son vedamı koyarken alnına bir dahası yok bunun diye bağırırken içim, gidişinin ardından günleri sıraladığımı fark ettim.
Bugün ilk kar yağdı toprağına üşüdün mü? Defalarca seslendim sana duydun mu? Her yerde aradı seni aklım, elimi koysam bulabileceğim bir yerde olmalıydın, ama yoksun! Yokluğun beynimin her köşesine çarpıyor, biliyorum dönüşü yok bu gidişin... Fakat kalbime sığmıyorsun kalbim kabul etmiyor. Özlüyorum, yarın daha da çok özleyeceğim. Yanında, yakınında, yörende değilim. Yalnızlığın en kuytu köşesine toprağın bilmem kaç metre altına bıraktık seni... Yaktın, viran ettin evini... Gidecek bir kapıyı kapattın. İsyan değil benimkisi... Hiçbir zaman düşünmedik, umut ettik, bekledik, kalkacaksın zannettik, sen yaktın bizi... Ölüm yakışmadı sana anneanne. ölümden korkardın gidişinin 14. günü şimdi...
02/03/2017
Zamanın elleri olsaydı tutardım. Akma derdim, dur olduğun yerde... Nasıl özlemişsem, yazık ettim kendime... En çok da sesini özlediğimi fark ettim.Ama zaman o kadar acımasız ki, gidişinin üzerinden koskoca bir yıl geçti ve bize hiçbir zerresini hissettirmedi... Hayır her yer seninle, her yerden sen çıktın karşımıza ama yoktun. Yokluğunun üzerinden koskoca 365 gün geçti...Sadece özledim alışa alışa özledim. Hala aynı evin viran, o ev sensiz ev olmuyor. Sensiz salonda oturulmuyor, masada yemek yenmiyor, kimse o yemeği yapamıyor. Herkes hayatına devam ederken bir yerde mutlaka seni arıyor. Çünkü sen geriye sadece iyilik bıraktın. Herkes bilmeli, duymalı. En güzel eserin buydu. Sen bizlere iyiliği öğrettin. Bir dua edenin olmalı, birileri seni unutmamalı. Biz dışında birileri bilmeli hikâyeni. Her öğrettiğin şeyi yazmadığım için pişmanım. En azından şimdi yazabiliyorken yazmalıyım. Biri vardı bu dünyadan geldi ve geçti. Biri vardı, sabır neydi, emek neydi, çile neydi hepsini tadan biri... Her ağrısında içine atan, yükü ona ağır gelmiyormuş gibi hepimizin de yükünü sırtlanan. Koca bir yüreğinden başka bir şeyi olmayan. Biri vardı direkti, destekti, akıl hocasıydı, başımızın tacıydı... Adını bilmeseniz de şimdilerde yanımızda olmasa da o hep vardı;duruşuyla, gülüşüyle... Gidişinin 365. günü... Yazmadığım için pişman olmayacağım artık. Bir dua eden çıkar, senin kapını çalar... Sen onu da buyur eder, sofrana alırsın. Çünkü kapını çalan herkes kıymetliydi. Kapını çalmayanlar neleri kaçırdığını bilmiyorlar...Nasıl koyacaksınız beni o mezara derdin, üzerinden bir bahar, bir yaz, bir sonbahar ve bir kış geçti...
Söz Sözdür
Elimde bir kibrit, sanki kalemi parmaklarım arasında çeviriyor gibi onu çeviriyorum. Ateş almak için bekliyor, ateş almak için zamanının gelmesini diliyor belki... Elimde bir kibrit ha yandı ha yanacak...Gözlerimi kapatıyorum, sıcaklığı hissediyorum. Sonra diyorum bırak onu, bırak kenara...Gözlerimi açmadan kibriti bırakıyorum. Biliyorum bırakmazsam yanacak.
Elimde bir kitap, satırlar arasında gezdiriyorum parmaklarımı. Biri orada sek sek oynuyor, bir diğeri ip atlıyor ve biri var saklanıyor... Bir cümleye takılıyor gözlerim. Bir cümleye olması gerekenden çok daha fazla, çok daha derin anlamlar yüklüyor aklım, kalbim. "Söz sözdür." yazıyor.
Alıyorum elime kibriti, yakmak istiyorum kitabı her sayfasını yakıp sadece o satırı bırakmak. Doğmadan önce verdiğim bir sözü hatırlıyorum. Hatırlamak değil benimkisi bir söz verdim biliyorum, hissediyorum. Bir tokat yiyorum suratıma, sadece "Söz sözdür." yazıyor bir satırın sonunda. Sarsılıyor, yıkılıyor ve uçurumun kenarında ince bir ipin üzerinde buluyorum kendimi. Elimde bir kibrit... O kibrit bile ağır geliyor bana. Sanki onun ağırlığı yüzünden düşecek, uçurumun dibini boylayacak gibiyim. Hatta onun yaktığı alevde cayır cayır yanacağım.
Olduğum yerde bir çivi kesiliyorum adeta, biri var başıma indiriyor çekiç darbelerini. Bu ip beni taşımaz, diyorum. Duymuyor... Bir ses duyuyorum inceden, bir ses kalk diyor uyan, uykudasın. Aç gözlerini karanlığa aldanma! O kibrite kanma! Yanma...
Elimde bir kitap, satırlar arasında gezdiriyorum parmaklarımı. Biri orada sek sek oynuyor, bir diğeri ip atlıyor ve biri var saklanıyor... Bir cümleye takılıyor gözlerim. Bir cümleye olması gerekenden çok daha fazla, çok daha derin anlamlar yüklüyor aklım, kalbim. "Söz sözdür." yazıyor.
Alıyorum elime kibriti, yakmak istiyorum kitabı her sayfasını yakıp sadece o satırı bırakmak. Doğmadan önce verdiğim bir sözü hatırlıyorum. Hatırlamak değil benimkisi bir söz verdim biliyorum, hissediyorum. Bir tokat yiyorum suratıma, sadece "Söz sözdür." yazıyor bir satırın sonunda. Sarsılıyor, yıkılıyor ve uçurumun kenarında ince bir ipin üzerinde buluyorum kendimi. Elimde bir kibrit... O kibrit bile ağır geliyor bana. Sanki onun ağırlığı yüzünden düşecek, uçurumun dibini boylayacak gibiyim. Hatta onun yaktığı alevde cayır cayır yanacağım.
Olduğum yerde bir çivi kesiliyorum adeta, biri var başıma indiriyor çekiç darbelerini. Bu ip beni taşımaz, diyorum. Duymuyor... Bir ses duyuyorum inceden, bir ses kalk diyor uyan, uykudasın. Aç gözlerini karanlığa aldanma! O kibrite kanma! Yanma...
9 Şubat 2017 Perşembe
Seni Okumak
Şimdi açsam bir kitabı, sen çıksan karşıma okusam okusam hiç bitmesin diye satırlar eklesem...
7 Ocak 2017 Cumartesi
Fısıltılar Çoğalınca 3
Gece gökyüzünü kaplayan milyonlarca yıldız, ilhamlarını aldıkları güneşe yavaş yavaş bırakıyordu yerlerini. Yaşlı kadın bu anı kaçırmak istemedi. Gözlerini bir saniye bile kırpmadan aheste aheste doğan güneşi izliyordu. Güneş sanki avucunun içindeydi, kalbinde doğuyor, yüzüne gülüyordu. Yanında uzanan adama baktı. Yıllarını eskittiği adama. Öyle buruşmuş, öyle umutsuz... Sonra kendi ellerini uzattı güneşe doğru, kat kat izler vardı ellerinde. Siyaha çalan lekeler... Yavaşça kalktı olduğu yerden güneşe doğru bir adım attı ve bir adım daha... Güneşin tenini okşamasına izin verdi. Aklı onu bilmem kaçıncı yılın, kaçıncı ayına götürdü. Arkasında boylu boyunca uzanan adamla tanıştığı zamandan bir parçaydı. Tuttu o anı, zorladı kendini anımsamaya çalıştı. Belli belirsizdi her şey. Yine böyle yükseliyordu güneş, yine tenini okşuyordu, pürüzsüzdü bir zamanlar teni. Gözlerini kapadı kadın, güneşi daha da hissetti, en derininde bir yerlerde duran o anıyı bulmak istiyordu. Beyni her geçen gün ona ihanet edip bir şeyleri ondan çalıyordu. Bir gün arkasında uyuyan adamı da hatırlamayacaktı biliyordu. Güzel günler mazide kalmış ama o ısrarla onları oradan koparıp şu ana getirmek için bir savaş başlatmıştı. İçinde doğan güneş yerini sessiz ama derinden sarsan bir fırtınaya bıraktı aniden. Tenine değen güneşti ama bir buz yanığı gibi yakıyordu onu. Beyninin ihanetini kaldıramıyordu yaşlı bedeni. Olduğu yere yığıldı, arkasında uyuyan adam onun düştüğünü duymadı bile... Kalkmaya çalıştı, başını kaldırmaya çalıştı olmadı...Elinin bir parçasına hâlâ dokunuyordu güneş. Tutmaya çalıştı ışığı ve hatırladı... Bir nisan günüydü, çimlere uzanmış sonsuz gökyüzünde milyonlarca hayalin peşinden koşuyordu. Etrafında kuş sesleri, ağaçların birbirine değen yaprakların hışırtısı, hafif bir rüzgâr... Bembeyaz teni güneşin dokunuşlarına esirdi ama umurunda değildi. Biraz ötesinde genç bir adam duruyordu, gökyüzünü izliyor lakin o adamın da ona baktığını hissediyordu. Muzip bir gülümseme belirdi yüzünde genç kızın, içinden binlerce kez yanına gelmesini diledi adamın. Genç adam anladı ve o cesareti buldu kendinde . Çekimser ama bir o kadar da cesaret dolu adımlarla geldi kızın yanına. Böyle tanışmışlardı, ilk o zaman aynı güneşin altında parlamışlardı. Gülümsedi yaşlı kadın hatırlamıştı, adam uyanmamıştı hâlâ...Yaşlı kadın son bir kez daha denedi kalkmayı. Başaramadı. Elinde bir tutam güneşin izi, arkasında uyuyan yaşlı bir adamın hatırası ve ağır ağır kapanan mavi gözleri...
6 Ocak 2017 Cuma
Şehit Mehmet Zengin'e
Üzerine ilk kar yağdı mı şehidim? İlk yağmur tanesi düştü mü toprağına? Ya güneş vurdu mu, hissettin mi şehidim?
Daha gencecik yaşında, baharın başında kahpe bir vurgunla ahh be sehidim yaktın bizi...Annenin gözyaşı değdi mi sana? Babanın sesini duydun mu? "Vatan sağ olsun." dedi değil mi? Sizler yaşadıkça vatan sağ olacaktır.
Kalk Mehmet'im yanına geldik kalk selam dur bize. Gülümseyen gözlerini görelim. Kalk Mehmet'im seni tanımayan bu insanalra selam dur. Gittin şehidim arkanda gözü yaşlı ananı bıraktın da gittin. Bak Mehmet kuşlar ötüyor başında. Yasin okuyoruz sana duyuyor musun? Aynı yaşın içinde sen mezarın içinde bense başında. Ahh Mehmet yaktın bizi. Yanına koymuşlar gencecik iki şehidi daha. Etrafında hep senin yaşıtların. Çok korktum anneni başında görmekten sorsa benim oğlum dese benim oğlum toprak altında ne derdim ona şehidiim. Elimiz boş geldik Mehmet elimiz boş geldik...Duamızı bırakıp gözümüz yaşlı gidiyoruz Mehmet. Sen ve senin yanındakiler biraz ötende duran 15 Temmuz Şehitleri hemen onların yanında senden bir hafta sonra Kayseri şehidim. Hepsi biziz Mehmet hepiniz Türkiye'nin şehidisiniz. Ruhunuz şad olsun.
"Canım acıyor Mehmet'im... Seni, zehir gibi bir acıyla tanıdım. Canım acıyor Mehmet'im... Zehir gibi bir acıyı seninle tanıdım." Bu cümleleri kuran kardeşimiz sayesinde Mehmet'i tanıyıp yayına gittik, gencecik yaşında boylu boyuna yatıyordu Mehmet, toprağı üzerine çökmüştü bile. Allah ailelerimize sabırlar versin.
Daha gencecik yaşında, baharın başında kahpe bir vurgunla ahh be sehidim yaktın bizi...Annenin gözyaşı değdi mi sana? Babanın sesini duydun mu? "Vatan sağ olsun." dedi değil mi? Sizler yaşadıkça vatan sağ olacaktır.
Kalk Mehmet'im yanına geldik kalk selam dur bize. Gülümseyen gözlerini görelim. Kalk Mehmet'im seni tanımayan bu insanalra selam dur. Gittin şehidim arkanda gözü yaşlı ananı bıraktın da gittin. Bak Mehmet kuşlar ötüyor başında. Yasin okuyoruz sana duyuyor musun? Aynı yaşın içinde sen mezarın içinde bense başında. Ahh Mehmet yaktın bizi. Yanına koymuşlar gencecik iki şehidi daha. Etrafında hep senin yaşıtların. Çok korktum anneni başında görmekten sorsa benim oğlum dese benim oğlum toprak altında ne derdim ona şehidiim. Elimiz boş geldik Mehmet elimiz boş geldik...Duamızı bırakıp gözümüz yaşlı gidiyoruz Mehmet. Sen ve senin yanındakiler biraz ötende duran 15 Temmuz Şehitleri hemen onların yanında senden bir hafta sonra Kayseri şehidim. Hepsi biziz Mehmet hepiniz Türkiye'nin şehidisiniz. Ruhunuz şad olsun.
"Canım acıyor Mehmet'im... Seni, zehir gibi bir acıyla tanıdım. Canım acıyor Mehmet'im... Zehir gibi bir acıyı seninle tanıdım." Bu cümleleri kuran kardeşimiz sayesinde Mehmet'i tanıyıp yayına gittik, gencecik yaşında boylu boyuna yatıyordu Mehmet, toprağı üzerine çökmüştü bile. Allah ailelerimize sabırlar versin.
5 Ocak 2017 Perşembe
Fısıltılar Çoğalınca 2
Koşarak
kendini sokağa atmıştı. Bu kaçıncı kaçıştı, bu kaçıncı adımıydı, bilmiyordu.
Karanlık bir gecede yine kaçıyordu. Koşarken omzundan aşağıya düşen hırkasını
düzeltmeyi de ihmal etmemişti. Eli biraz önce kana bulanan dudağına doğru
kaydı. Acıyordu ama alışmıştı. Arkasında duyduğu ayak sesleri koşmasını
hızlandırmıştı. Gördüğü karanlık bir sokağa saptı ve artık onu taşıyamayan
ayaklarının da etkisiyle bir duvar dibine çöktü. Başında biriken terleri elinin
tersiyle sildi ve soluk soluğa kalmış olan nefesini kontrol etmeye çalıştı.
Hava ayazdı, ellerinin donduğunu hissetti. Çöktüğü yerde ayaklarını kendine
doğru çekti, hırkasına iyice sarıldı. Başını dizlerinin üzerine koydu, sessizce
ağlamaya başladı. Ayak sesleri iyice yaklaşmıştı, o ayakların sahibi ‘Nerdesin,
Allah’ın belası?’ diye bağırıyordu. Genç kız korku dolu gözlerle saklandığı yerden sokağa
bakıyordu. Abisinin oradan geçişini gördü. Nefesini tutuyordu. Abisinin ara
sokağa girmek aklına gelmemişti. Bu cılız beden ise korkuya karışan soğukla
üşümeye devam ediyordu. 20 yaşında hayat onun için dolu doluluğu değil de
bomboşluğu ifade ediyordu. Öz ailesinde üvey evlat muamelesi görüyordu, doğduğu
günden beri evin üveyiydi. Tek suçu fazla güzel olmaktı. Her gün bu güzelliğe
bir çarpı atılıyordu. Gerek abisi gerek babası tarafından. Bugün de diğer
günlerde olduğu gibi olmuştu.
...
Bu düşüncelerle gözlerine düşen ağırlık –soğuğunda bu ağırlıkta payı inkâr edilemezdi- onu uykunun sıcak kollarına bırakmıştı. O böyle hissediyordu ama aslında donuyordu ve bu soğukluk bedenini uykuya yöneltiyordu. Saatleri bu dar sokak arasında geçirmiş bedeni donuyordu. Gerçek tam olarak buydu. Gözlerini açmaya çalışıyordu ama başarısızdı yapamıyordu bir türlü. Oturduğu zemin bile artık yoktu hissedemiyordu. Titreyen dudakları dışında hiçbir yeri hareket etmiyordu. Kulakları bir ayak sesini duyar gibi oldu ama emin değildi, bu bir yanılgı olabilirdi. Bir el hissetti aslında hissizliğine karşı bir sıcaklıktı, omzuna dokunan. Burnunda soluduğu bir koku sardı onu. Deniz kokuyordu sanki. Bu gerçek ve hayal arasında bir çizgiydi. Hiçbir şeyden emin olamıyordu. Omzunda hissettiği elin sıcaklığı bedenini sarmıştı. Bir şey onu sarıyordu sanki fakat bu gözlerini açması için yeterli değildi, başaramıyordu açamıyordu genç kız gözlerini. Tuhaf bir his diye düşündü. Sonra tüm düşünceler yok oldu boşlukta, kayboldular, belki de asılı kaldılar. Zaman sonra, öyle olmalıydı zaman geçmiş olmalıydı. Bu boşluğun başka bir açıklaması yoktu. Uykudayken zamanı nasıl anlamlandıramıyorsak öyle bir histi. Gözlerini açtığında her şey normaldi. Deniz kokusu yok olmuştu. O koku bir rüya olmalıydı. Hatta şu an tamamen bir rüya olmalıydı. Zemin yok olmuştu, bedeni artık onunla değildi...
...
Bu düşüncelerle gözlerine düşen ağırlık –soğuğunda bu ağırlıkta payı inkâr edilemezdi- onu uykunun sıcak kollarına bırakmıştı. O böyle hissediyordu ama aslında donuyordu ve bu soğukluk bedenini uykuya yöneltiyordu. Saatleri bu dar sokak arasında geçirmiş bedeni donuyordu. Gerçek tam olarak buydu. Gözlerini açmaya çalışıyordu ama başarısızdı yapamıyordu bir türlü. Oturduğu zemin bile artık yoktu hissedemiyordu. Titreyen dudakları dışında hiçbir yeri hareket etmiyordu. Kulakları bir ayak sesini duyar gibi oldu ama emin değildi, bu bir yanılgı olabilirdi. Bir el hissetti aslında hissizliğine karşı bir sıcaklıktı, omzuna dokunan. Burnunda soluduğu bir koku sardı onu. Deniz kokuyordu sanki. Bu gerçek ve hayal arasında bir çizgiydi. Hiçbir şeyden emin olamıyordu. Omzunda hissettiği elin sıcaklığı bedenini sarmıştı. Bir şey onu sarıyordu sanki fakat bu gözlerini açması için yeterli değildi, başaramıyordu açamıyordu genç kız gözlerini. Tuhaf bir his diye düşündü. Sonra tüm düşünceler yok oldu boşlukta, kayboldular, belki de asılı kaldılar. Zaman sonra, öyle olmalıydı zaman geçmiş olmalıydı. Bu boşluğun başka bir açıklaması yoktu. Uykudayken zamanı nasıl anlamlandıramıyorsak öyle bir histi. Gözlerini açtığında her şey normaldi. Deniz kokusu yok olmuştu. O koku bir rüya olmalıydı. Hatta şu an tamamen bir rüya olmalıydı. Zemin yok olmuştu, bedeni artık onunla değildi...
4 Ocak 2017 Çarşamba
Fısıltılar Çoğalınca
Ağır
adımlarla ilerliyordu. Yalnızdı. Sırtına çaresizliğini yüklemiş yürüyordu.
Kalbinin atışları dengesizdi. Başının dönmesiyle beraber olduğu yere yığıldı.
Gözlerini kapattı ve kendine gelmek için biraz bekledi. Başının dönmesi
geçmişti ama gözlerini açmak istemiyordu. İnsanlar yanından, sağından ve
solundan her yerden akıp gidiyordu o ise olduğu yere çivilenmişti. Böylece
sonsuz olmak istiyordu. Yüzüne çarpan rüzgârı hisseti, içinden ‘Senin bile
gideceğin bir yer varken, ben nasıl oluyor da hiçliğime bile bir yer
bulamıyorum.’ diye söylendi. Bir amacı var mıydı şu dünyada? Belki de öylesine
gelmişti. Öylesine büyümüş, öylesine yaşamıştı her şeyi. Bugün tattığı acı da
öylesine miydi? O zaman bu kadar acıtmamalıydı. Acıyordu işte yanıyordu içinde
bir yangın ve burnuna iğrenç bir yanık kokusu geliyordu. Sanki acıyı soluyordu.
Eliyle yerden güç alarak kalkmaya çalıştı. Yüzünde acının ifadeye bürünmüş
hali. Yürümeye başladı. Adımları sıradandı, öylesine bir adamın
öylesine olan adımlarının sıradanlığı. Kendine sordu ‘Nereye gidiyorum?’,
cevabı yoktu bu sorunun biliyordu. Sadece yürüyordu. Derin bir nefes aldı.
Yanan bedeninden gelen kokunun yerini burnuna gelen yosun kokusu almıştı. Onu
her zaman dinlendiren, sığınağı, kaçışı olan denize doğru yöneldi. Boş bulduğu
banka oturdu. İnce uzun parmaklarını saçlarını arasından geçirdi. Ağlamak
istiyordu, hatta bağıra bağıra ağlamak istiyordu. Fakat tutuyordu kendini,
içine akıtıyordu yaşlarını. Yeterince ağlamamış mıydı? Her güne lanet etmemiş
miydi? Yine de gözünden düşen tek damla yaşa engel olamamıştı. İçinden binlerce küfür savurdu, her şey
yolunda giderken bu da neydi bilmiyordu. Ve küfürlerinin arkasına
pişmanlıklarını ekledi. Yaşamadan pişman olmazdı bir insan o ise yaşadığı çoğu
şeye pişmandı. Yıllar önce yetimliği tadan bu bedeni dün öksüzlüğü de tatmıştı.
Bugün ise öksüzlüğü toprak olmuştu, genç adam gerçeği farkına varmıştı.
İliklerine kadar hissetmişti. Mükemmel yüzünün altında kader denen yazı ondan
ruhunu almış, herkesin hayran kaldığı o yeşil gözleri ise siyahın en koyusuna
boyanmıştı. Aynaya baktığı zamanlarda hayran kalınan o beden umurunda değildi.
Çünkü son bir parça olarak kalmış olan insanlığını da bugün toprağa vermişti.
Özünde iyi biriydi. Evet, hâlâ bir yerlerde öyle biri bunu kendi de biliyordu
ama şu an böyle hissetmiyordu. Siyah ceketini çıkardı. Üşürsem belki kendime
gelebilirim diyordu. Hayır, o ev artık benim değil, burada donarak ölemez
miydim? Bu düşüncelerle beynini yoruyordu. Tek damla olarak başlayan yaşları da
giderek artıyordu. En değerlisini annesini 21 yaşında olan bu adam toprağa
vermişti. Ne çok çekmişlerdi, nelere katlanmışlardı. Ama ölüme bir çareleri
yoktu. Elinin tersiyle gözündeki yaşları sildi. Çıkardığı ceketini eline aldı
ve yeniden yürümeye başladı. Deniz bugün işe yaramıyordu. Onun için her şey
anlamsızlaşmıştı. Hâlâ nereye gideceğini bilmiyordu. Sırtında çaresizliği ile
21 yaşındaki bu yalnız adam sadece yürüyordu.
3 Ocak 2017 Salı
Beni Affet
Bir an gelir, dilin susar, kalbin düğümlenir, düşüncelerin yok olur... Bir an gelir her şey siyaha döner, dünya kararır, güneş ışığını kaybeder, gökyüzü gözyaşlarına bulanır...
Bir an öyle bir an ki sadece yaşarsın, yazmak istersin daha çok susarsın, konuşmak istersin daha çok dinlersin,...Anlamını yitiriverir her şey...Sadece gözlerini kapayıp geçmesini beklersin, kalbin sızlar o kadar kolay değil der, o kadar kolay değil ben seni affetmedim... Şimdi kurtulamazsın, beni o kadar dışladın, o kadar öteledin ki "Ben affetmeden olmaz!" diye sızlar kalbin.
Aklın çıkmazın uçurumunda, intiharın eşiğinde bir adım yalnızca bir adım. Yürürse düşecek ama izin vermez kalbin, kolay değil der acı çekmeden olmaz, üzülmeden olmaz, geçer sandın ama geçmeyecek. Kaçtığın kadar kovalanmadın henüz. Mantığının ağır geldiği terazi yordu artık bedenini, dinlemedin tüm haykırışlarımı, şimdi öyle kolayca kurtulamazsın.
İçinde tarif edemediğin bu his, her zaman aklınla aldığın bu yolun seni tanımsızlığın içine sokmasından başka bir şey değil. Öğrenmen gereken zamanda kendini kulelerine kapattın ve tek yaptığın orada yalnızlığınla oturmak, onunla yemek, içmek, uyumak, düşünmek oldu.
Kalbine bir kere sormadın? Sen ne istersin, derdin ne? Olduğun yer rahat mı? Şimdi öyle kolay değil aklının intihar etmesi. Kelimelerin düğümlendi, çok derin derinlerinde bir yerlerde sustu tüm yalnızlığın, sen olduğundan çok daha farklı bir rüyanın içine daldın, kalbin tekledi ve artık uyandın...Öyle kolay değil ben seni affetmedim, ben seni affetmeyeceğim. Hiç beklemediğin o bir anda aklının seni yarı yolda bırakmış olması, kalbinin varlığının gün yüzüne çıkması ve güneşin ışığını terk etmesi hepsi bir paralelin içinde yalnızca sana çıkan o kapıda dimdik duruyor karşında...Şimdi sus, konuşma sadece dinle, dinle kalbin ne diyor?
Bu gece kalbimi avutmam lazım, bu gece her şeyi unutmam...(Cem Adrian)
Bazen şarkılar his olur kelime olur, öyle bir anda dökülüverirler satırlara...
Bir an öyle bir an ki sadece yaşarsın, yazmak istersin daha çok susarsın, konuşmak istersin daha çok dinlersin,...Anlamını yitiriverir her şey...Sadece gözlerini kapayıp geçmesini beklersin, kalbin sızlar o kadar kolay değil der, o kadar kolay değil ben seni affetmedim... Şimdi kurtulamazsın, beni o kadar dışladın, o kadar öteledin ki "Ben affetmeden olmaz!" diye sızlar kalbin.
Aklın çıkmazın uçurumunda, intiharın eşiğinde bir adım yalnızca bir adım. Yürürse düşecek ama izin vermez kalbin, kolay değil der acı çekmeden olmaz, üzülmeden olmaz, geçer sandın ama geçmeyecek. Kaçtığın kadar kovalanmadın henüz. Mantığının ağır geldiği terazi yordu artık bedenini, dinlemedin tüm haykırışlarımı, şimdi öyle kolayca kurtulamazsın.
İçinde tarif edemediğin bu his, her zaman aklınla aldığın bu yolun seni tanımsızlığın içine sokmasından başka bir şey değil. Öğrenmen gereken zamanda kendini kulelerine kapattın ve tek yaptığın orada yalnızlığınla oturmak, onunla yemek, içmek, uyumak, düşünmek oldu.
Kalbine bir kere sormadın? Sen ne istersin, derdin ne? Olduğun yer rahat mı? Şimdi öyle kolay değil aklının intihar etmesi. Kelimelerin düğümlendi, çok derin derinlerinde bir yerlerde sustu tüm yalnızlığın, sen olduğundan çok daha farklı bir rüyanın içine daldın, kalbin tekledi ve artık uyandın...Öyle kolay değil ben seni affetmedim, ben seni affetmeyeceğim. Hiç beklemediğin o bir anda aklının seni yarı yolda bırakmış olması, kalbinin varlığının gün yüzüne çıkması ve güneşin ışığını terk etmesi hepsi bir paralelin içinde yalnızca sana çıkan o kapıda dimdik duruyor karşında...Şimdi sus, konuşma sadece dinle, dinle kalbin ne diyor?
Bu gece kalbimi avutmam lazım, bu gece her şeyi unutmam...(Cem Adrian)
Bazen şarkılar his olur kelime olur, öyle bir anda dökülüverirler satırlara...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)